26 Aralık 2008 Cuma

Taşa Bağlarım Zamanı

Taşa Bağlarım Zamanı

Ahmet Ada (1947 Ceyhan)
_______________________________________________________________________

Ahmet Ada, 20 Mayıs 1947’de Ceyhan’da doğdu. Şair, yazar. Nazire Ada ile Ahmet Ada’nın oğlu. İlk ve orta okulu Ceyhan’da okudu, ailesinin maddi sıkıntısı nedeniyle Ceyhan Lisesi’ni ikinci sınıfta terk etmek zorunda kaldı (1965). Devlet Su İşleri Ceyhan Şubesi (1967-69), Marangozlar İstihlak Kooperatifi (1971-87) ve otomobil ticareti ile uğraşan bir özel şirkette (1989-93) çalıştıktan sonra emekli oldu. TYS üyesi. 2002 yılında Mersin’e yerleşti. İlk şiiri “Tabuttur Kitaplar” ve Hilmi Yavuz’un şiiri üzerine bir çözümleme denemesi olan ilk yazısı “Hilmi’nin Çocukluğu” 1966’da Soyut dergisinde çıktı. Şiirlerini ve yazılarını Yeni Dergi, Papirüs, Varlık, Gösteri, Adam Sanat, Milliyet Sanat, Islık, Yaratım, Kitap-lık, Le poete travaille, Yom, Heves, Şiir-lik, Eski, Agora, Ünlem, Dize, Ada, Geceyazısı, Sonsuzluk ve Bir Gün, Cumhuriyet Kitap, Radikal Kitap dergilerinde yayımladı. Bazı şiirleri Almanca’ya, Fransızca’ya, İngilizce’ye çevrildi.
1980’li yıllar şiirinin önemli bir temsilcisi olarak tanındı. Şiirlerinin İkinci Yeni şiir havzasından beslendiği gözlense de kendine özgü lirik bir şiir kurdu. Gerçekçi tutumlardan beslenen, destansı, lirik, hüzünlü ve incelikli şiirler yazdığı eleştirmenlerce kabul edildi. Son dönem yazdığı şiirlerle, modern şiirin biçimselliği ile modern dünya tasarımına felsefî derinlik katan yeni bir döneme girdi. Uzun ve epik özellikler barındıran şiirlerinde, göç, savaş gibi olgulara insanî bir perspektiften bakarak çok sesli bir şiire yöneldi. Şiirinin başkalaşımını da poetik yazılarla açımladı. Şiirin kavram ve terimlerinin oluşturulmasında çaba gösterdi. “Şiir Okuma Durakları” (2004) adlı kitabı modern şiire ilişkin şiir bilgisi içeren bir elkitabı olarak değerlendirildi. Şiirin sorunları ve “İkinci Yeni” şiirleri üstüne eleştirel, çözümleyici yazılarıyla da dikkat çekti. 2006 yılında, Çukurova Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü ile Eğitim Fakültesi Felsefe Grubu Eğitimi Anabilim Dalı tarafından ortaklaşa düzenlenen sempozyumla “40.Sanat Yılında Ahmet Ada’nın Şiiri” çeşitli yönleriyle ele alındı. 2008 yılında, Mersin Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo, Sinema ve Televizyon Bölümü “İki Şair Bir Kent” adlı belgeselinde Ahmet Ada ile Celâl Soycan kent kültürünü ve şiirini konuştular. Bu söyleşi DVD olarak yayımlandı.
Ödül: Gün Doğsun Gül Üstüne ile 1981 Akademi Kitabevi Şiir Başarı Ödülü; Aşk Her Yerde ile 1991 Ceyhun Atuf Kansu Şiir Ödülü; Vakit Yok Hüzünlenmeye ile 1993 Yunus Nadi Şiir Ödülü; “Onlar İçin Minibüs Şarkısı Üzerine Gözlemler” adlı incelemesiyle 1999 E Dergisi Şiir İnceleme Ödülü.
Eserleri: Şiir: Gün Doğsun Gül Üstüne, 1980; Acıyla Akran, 1983; Yaz Kırlangıcı Olsam, 1985; Yitik Anka, (ilk üç kitabının toplu basımı) 1993; Aşka Her Yerde, 1990; Vakit Yok Hüzünlenmeye, 1992; Günyenisi Lirikler, 1992; Taş Plak Gazelleri, 1995; Küçük Bir Anmalık, 1996; Begonyalı Pencere, 1998; Denize Atılan Çiçek,1999; Gökyüzünün Fıskiyesi, 2003; Denizin Uykusu Üstümde, 2004; Kantolar, 2006; Yeni Kantolar, 2007;Seçme Şiirler, 2009; Sözcükler Deniz 2009i; Taşa Bağlarım Zamanı
Poetika : Şiir Okuma Durakları, 2004; Şiir İçin Boş Levhalar, 2006; Modern Şiir Üzerine Yazılar, 2008; Şiir Yazıları, 2009
























































AHMET ADA


TAŞA BAĞLARIM ZAMANI




































İÇİNDEKİLER

Yeter bana mezar taşı olmak
Anadolu’da

Bugün
Yağmurdan Sonra
Önce Boşluk
İçdeniz
Yelve
Kıyıda
Yine Deniz
Çok Eski Zaman
Varoluş
Değişmeler Denizi
Göçüm Ol Ey Ölüm
Değişimin Boyutu

Annem açılan üstümü örtüyor
Karlı gecelerde
Oysa denizin çarşafları üstümüzde

Derinde
Derinde II
Derinde III
Derinde IV
Geyik
Belirtiler
Belirtiler II

Alnı akıtmalı at

Alnı Akıtmalı At
Taşa Bağlarım Zamanı
İlk Zaman
İkinci Zaman
Üçüncü Zaman
Dördüncü Zaman
Beşinci Zaman
Altıncı Zaman
Yedinci Zaman
Sekizinci Zaman
Dokuzuncu Zaman
Onuncu Zaman
Parçalanmış Zaman

























































Yeter bana mezar taşı olmak
Anadolu’da
















BUGÜN


Deniz dedim o büyük yanılgı
Bir çocuğun yüzündeki uyuyan su
Otun ağacın kavkının köklerine
Bir dolu yürüyen gün boyu

Rüzgârın fırıldağı oldum bugün
Ne zor şey kendinde biri olmak
Bir testi oldum bugün
İçimde güneşli ikindi

Yağmurun fırıldağı oldum bugün
Bir kaleme bir kâğıda döndüm
Kuyunun çevresindeki salyangoz izine
Yavaş yavaş derine indim

Deniz dedim o büyük sözdizimi
O büyük sözlük derine indirdi ruhumu
Konuşsam sesim yosun salkımı
Yürüsem yanım sıra yürür Pars




































YAĞMURDAN SONRA


Belki uyur güpegündüz o yağmur
Ormana çıkar yolu denizden sonra
Yağar çocukların öğle uykularına
Kuşların belleğine ağaca yakın

Belki çıtırdılar içindeydi duymadık
Denize yakın nar ağacı
Yağmurdan sonra ıpıslak zambak
Belki yanımda yer değiştiriyordu

Gün boyu ölçtüm biçtim denizi
Ne kadar yanımdaydı kuşun zamanı?
Gölgenin zamanı ağaçtaydı
Uçup gitti nar giyimli gökyüzü

Elmanın güneşi parlar yapraklar arasından
Rüzgâra bağlanır at
Yağmurdan sonra görün onu
Serçeyle yarışır göğün boşluğunda


































ÖNCE BOŞLUK


Günebakanlar zamanı mırıldanıyor
Köpekse taşı, deniz küstüğü maviyi
Ben içimdeki boşluğu mırıldanıyorum
Cenaze törenlerindeki yokluğu

Belki hiçlik bu denizden çektiğim balık
Belki de hiçlik salyangozun kabuğundan çıkması
Ama hepsi varlığıma dokunuyor
Önce o büyük sonsuzluk duygusu

Kuşun uyuduğu zamanı gösteriyor
Saat kulesinin saati
Güz terliklerini yitirmiş kapı önünde
Deniz çiçeklerini az ilerde

Kırlangıçlarını çağırıyor akasyalı sokak








































İÇDENİZ


Yağmurun parmakları camlarda yine
Denizin üstünde nefes nefese
Birkaç martıdır akan gökyüzü değil
Sonra baktım gökyüzü bakır
Şamdanlar yükselmiş, bulutun içinde ısı,
Mermerin içinde ısı
Balıklar derin yaramdı benim
Balıkların içinde ısı
Balıkçılar, ey kardeşlerim,
Deniz hasadı sabahın sisi içinde
Gülümseyiverir birazdan güneş
Kuleler flamalar ışın içinde kalır

Yaz yağmurudur diner, akşam olur
Portakal ağaçlarına siner kokusu
Her yanda otun çın çın sesi
Kardeş yontuların geyiği içimde
Baktım olmayacak büyü
Şamdanları yakarım bu gece
Yürürüm bende saklı denize


































YELVE


Kuşların uçtuğu yalnızca orman
Yan yana ağaçlar vardı galiba
Gün arıydı saatler uzun
Ağzın kuş dolu ormana yakındı
Ağzın uçurumdu korkuyorum
Ötesini berisini unutuyorum

Yanıp sönen yıldızlar mıdır gök
Uçup yelvece uçup gidebilirdi
Gelincikler gibi ovanın üstünde
Bunları konuşabilirim arada bir
Deniz bitkilerinden yalın bahçeyi
Delik deşik bir sessizlik vardı galiba

Kaç gündür denizi biçiyorum
Yüzün denize yakındı galiba
Yenile vardım varlık ile yokluk
Arasında, çiçek kokan ağzına
Göğsünden kuşlar uçabilirdi
Çatılar bacalar uçabilirdi



































KIYIDA


Şaşıp kalıyorum doğanın mucizelerine
Denize yürüyor saban. Güneşin
Işından oltası sarkarken yaz
Gölgelerine bir çocuk başında
Şapkası denize bakıyor uzun uzun

Martılar denizi paylaşıyor. Bir çocuk
Oturmuş denizin kıyısına, bakıyor
Balıkçı teknelerine, usul usul
Ağlarını onaran balıkçılara.
Gök bir keten dalgınlığı

Başıboş yaz çiçekleri düşünüyor
Ilgımı. Yelce geçiyorum kıyıdan
Ve görüyorum başkalarının görmediğini
Gökle denizin birleştiği o ânı
Ruhuma dolarken denizin ormanı

Zaman rahvan atı gök çatının..
Durup düşünüyorum kocaman ovayı,
Büyük suları, sulara bakan çocuğu,
Nedir ki ağaçlar kuşlar yıldızlar,
Gövdemin ölümlü kabuğu




























YİNE DENİZ


Denizin şamdanları yanar bir bir
Akşam akşam kentin ışıkları da.
Çarşıyı geçer bir uçtan bir uca
Balkonları dolduran sardunya kokusu,
Köşeyi dönünce birdenbire Pessoa

İstersen bırak anlatsın leylak
Ortadoğu’yu, ölü doğmuş yıldızları.
Akşam. Denize giren aydır
Bunalmış insana yabancılaşmaktan

Şaşırmam tutkulu ufku aldım ondan,
Parmaklarımın ucundaki kuş seslerini,
Denizi, denize yürüyen başak dizisini.
Gözlerimin yanışını aşktan

İstersen bırak konuşsun leylak
Gündoğusunu, başdöndürücü denizi.
‘Gazze’de yine çocukları öldürmüşler’
Kana bulanmış sesiyle konuşsun leylak


































ÇOK ESKİ ZAMAN


Taşa bağladım tılsımını çiçeğin
Yetmeyesi nasıl da fışkırmış
Yarasında kayanın, sanki kabuğunu
Kaldırmış bakıyor oradan dünyaya

Fısıltıyla konuşuyor otlar
Sözleri yoksul, eskil, büyülü

Yaşlı bir salyangoz yaprağa yürüyor
Mürekkep balığı kıyıya

Giden gün değil bir mırıltı
Rüzgâr çadırın ipleriyle oynuyor

Ağaca bağladım bulutu sessizce
Yıldızlar yanacak neredeyse

Yokluğa büyüyor durmadan ayaklarım
Uzun mu uzun varoluş sıkıntısı
Kollarımı açsam yaprağın uzantısı
Konuşsam çok eski zaman
































VAROLUŞ


Uzaklaşın, kum zambağı uykusunda
Yol gösteriyor rüzgâra.

Kısır konuşmalar. Şimşek çakımı.
Hiç mi hiççesine ölü soluğu denizin

Köpekler havlıyor durmadan göğe
Geyikler sapkın büyüsünde ormanın

Göğe doğru akıyor dilsiz orak
Ekinler uçarılık düşünde tarlanın

Yakınlaşın, defne yaprağından ağzım
Yaralarım binlerce kuştan

Sonraki yaşamım su gömüsü
Arıtıcı bir yol bulup akıyor denize





































DEĞİŞMELER DENİZİ


Başka türlü çiçek açıyor deniz
Bulmuş kendince bir yol
Taşı yontuyor koynunda
Gökyüzünü billura çeviriyor
Orman oluyor soluğu

Bu yaz başka türlü esiyor rüzgâr
Kanat takmış sonsuzluğun göğüne
Ne yana baksam köpük içinde
Kalıyorum omuzlarım kara ağaç

Denizin eşiğine oturuyorum
Demek ki yalnızlığın eşiğine
Elimi uzatsam varlığımın hiçliği
Çok eski bir boşluğu dolduruyor

İçim dışım kumun zamanı
Vakti sormuyor kuşlar


































GÖÇÜM OL EY ÖLÜM


Emzirdim yeryüzü ağrılarımı
Taşları, arzuyla parlayan yıldızları.
Böcekler, atlar, yol arkadaşlarım,
Sesim titriyor her taşın içinde
Muştular olsun göç yakın

Göçüm ol ey ölüm.
Bir ırmağın yüzyılı oldum ben,
Dolan bir bardak, yağmur
Ağlayan bir çocuğun kirpiklerinde
Gökler boyunca uzayan

Suların kuşların yaprakların bolluğu
Oldum ben ey ölüm
Kanıma karıştı deniz ağaçları
Kök oldum dünya toprağına
Beni konuştu parçalanmış ağız
Arı, karınca, kaplumbağa

Kuşların bulutların hışırtısı oldum
Ey ölüm, muştular olsun ölünce,
Bir sokağın ucundan bakacağım
Denize

































DEĞİŞİMİN BOYUTU


Yele verdim içimden geçen atlıları,
Ne söyler portakal çiçekleri?
Ya Troya önüne gitmişlerdir,
Ya çiğnemişlerdir İthaka düşlerimi

Boşluğa bıraktım elimdeki elmayı,
Çınarın içindeki sessizliğe, damara,
“Elma nereye düşer?” diye sorsan,
Yanıt veririm: “İçimdeki boşluğa”

Ölümsüz bir bahçe düşün uzun
Uzun, girdim bu uykunun içine,
Bir elimde çakıl taşı, öbürü boş,
Uyandım ki içim dışım rüzgâr

Bir kaygı belki rüzgârı yakalayışım,
Yağmur yağınca nereye gider?
Yıllar sonra karşılaşırız yine,
Açık kalmış bir pencere önünde



































































Annem açılan üstümü örtüyor
Karlı gecelerde
Oysa denizin çarşafları üstümüzde












DERİNDE


- Orası neresi? Cinayetler işleniyor
- Bilmiyoruz, derine indik boşlukta
Kıpırtısız bir yontu oluyor yüzlerimiz
Dün mü? Belki. Belki yüzyıl öncesi
Derine indik çok derin denize
Öylesine kaldı üstümüzde Hitit güneşi,
Ama rüzgârı da kuşları da
Duymuyoruz, belleğimizde hepsi

- Bastığınız yerin ışıması. Neredesiniz?
- Denizin kırık basamaklarında,
Balıklar geçiyor üstümüzden,
Kaygılı, savaş görmüş kırgın yüzler
Toplanmışlar kendiliğinden, düşünüyorlar
Varlığı bir çocuk güzelliğinde
Yokluğu akmayan bir dağ çeşmesinde

- “Yaşantı” diyor yanı başımda duran
üçüncü kişi, “daha büyük denizden,
belleğin aydınlığı ağrıyor, sessizliğin
sesi oluyor yüzlerimiz.”































DERİNDE II


Denizin belleğidir batık gemi iskeletleri,
İpler, taslar, unufak kürekler, çömlekler
Uçuşurlar suyun dibinde.
Işığa kırılır yan giden balıklar

- Bir serap mı deniz ormanı?
- Arıyordum denizin basamaklarında
İçimdeki çölü. Ağacın varlığından
Kuşkuluydum. Kokusunu duyardım
Çiçek açmış ağacın, işitirdim belki
Yaprağın yaprağa yürüyüşünü.
Kuşkum olmazdı deniz ormanından

Boşlukta, ışığın kırıldığı boşlukta,
Hititli binlerce yüz soyağacım,
Belki yalnızca bir şaman Hazar’dan
Uzun göç yolları, tilki avı belleğimde.

Bir ırmağın kayboluşuyum denizde
Evimi unuttum var mıydı evim?
- Siz oradaydınız denizin dibinde
Üstünüzde boydan boya Samanyolu






























DERİNDE III


Baktım sakallarım uzamış, genç
değilim artık, deniz sessiz,
ışıkları sönük, üstümde şimşek
mavisi gök, sular ısındı, yaz geldi
galiba

Unuttum dağları büyük hayvanları,
tohumun içindeki sesi, domates
toplayan kadınları, unuttum
konuştuğum dili suyun altında

Dün müydü yüzyıl öncesi mi
buradaydım yeryüzü yokluğunda
büyük fabrikalarda, tarlalarda
göğün yıldızlarını unuttum,
suyun tadını, ağa takılan balığı,
bardaktaki suyun kırık aydınlığını

Ben zamansız bir aralıkta durdum
denizin kapısı saat kulesine bakardı
ben denize bakardım, denizden
geleceklere, yapayalnız
bakardım içimdeki tenhalığa

































DERİNDE IV


Bulutlar geçiyor nefes nefese
Bulutlar geçiyor denizin içinden.
Gece yosunlarının ayak sesleri.
Bir ağaç soyundanım giyinmiş
Yapraklarını baştan aşağı

Yağmurlar geçiyor denizin içinden
Giyinmiş pasajların kokusunu
Az daha unutuyordum
Yağmurun yağdığını denize

Bütün yoklar belleğimde
Eğriler çizerek sokakları geçen kuşlar,
İşitiyorum seslerini derinden,
Ağaçlar büyürken uçarlar

Yanı başımda Süryani bir bakış
Denizi sorguluyor uzun uzun:
“Denizin zamanı yoktur,
Yurdu vardır her uykusuzun”









































GEYİK


Ağrıyan bir yanım deniz hâlâ
Ölü suları bırakıp da geldim
Kim bilir lodosçudur soykütüğüm
Kollarımı iki yana açsam
İki kadırga direği öyle sessiz
Öyle uğultulu gece gündüz

Toprak sahipleri topraklarındaydı hâlâ
Kente lodos kapısından girdim
Yanımda beyaz bir geyik
Kimse bir geyikle geldiğime inanmadı
Ne patlak gözlü bankerler
Ne karanlık koridorların mübaşirleri

Hiç soran olmadı deniz halkını,
Parsı, bin türlü balığı, şimşeğin kılıcını,
Kör savaşta ölenleri, kürekçileri,
Tüketilen denizi, şarap rengi göğü,
Hiç mi hiç soran olmadı.
Bütün gün caddelerde yürüdüm,
Bakıp geçtiler kayıtsız biçimde
Savaşlardan kurtardığım geyiğe






























BELİRTİLER


İnsan ne arar derinde ta dipte
Kör bir makas, eski dillerden
Tılsımlı sözcükler. “İyi akşamlar”
Dileyen iyi insanlar, büyülü otlar
Ayak izleri denizi boydan boya geçen
Göğü de arar yaprak hışırtılarını da
Göğün atlarını, karıncaları,
Kuş, böcek yazılarını, ağaçları,
Ormanı ışık giren doğu kapısından

Burada dağılmakta nesneler, anıların tozu,
Kolay değil dile getirmek eşiği
Cangılın ilerleyişini
Çekimleri içine ölümün.
Bir bulup bir yitiriyorum parsı
Dipte ta derinde hıncı okuyorum gözlerinde
Doğduğumdan beri.
Bir de aşkın iyicil hançeri
Işıyor cangılın köşelerinde

İnsan iyi şeyler arar denizde
Para geçerli değil






























BELİRTİLER II


İnsan neye yarar koca bir kış boyunca
Sessizlik çiçeklenir
Ağaç yürürken suda
Beni zora koşar hep yanımda olan Pars
Kaygı oturmuştur masama üçüncü kişi
Olarak, sınırlarımı yoklamıştır kılık
Değiştirerek alacakaranlıkta

Deniz, o kocaman tanıdık bahçe
Onaramaz varoluşumun kaygılarını
İnsan neye yarar onaramazsa
Başkalarının kaygılarını doğduğunda
Kim verdi bana bilinci –
Nereye ait bu parçalanmış ben
Kuşlar bile birlikte uçarken

Yok bende ürpertisi kayıtsız göllerin
Belleğimde yıldız kümeleri, sığırcıklar,
Biliyorum getirmeyecek çocukluğumu
Ne deniz ülkesi ne ölümcül Pars
Ama geyikler yol gösterecek
Tükenmeden orman
Her çeşit hayvan
Gireceğiz kente ölüm olmadan








































































Alnı akıtmalı at











ALNI AKITMALI AT


“Biz denizin basamaklarını inerken
Kar vardı dağlarda, düz ova soğuktu
Cennet cehennem bölgesinde devenin
Üstünde fotoğraf çektiriyordu çocuklar
Güneşi arkalarına alıp, kış güneşini.”
Derin sulara gömüldüğünde ayaklarımız
Daha çabuk gömülüyordu ruhlarımız.
Bize ne oldu? Biz kara halkı neden kaçtık
İçinde varolmadığımız kentten?
Bitti artık boşluk, suyla doldu
Gölgelerimiz bile. Denizin yapıtları
Şaşırttı bizi. Biz kentte görmedik
Öyle özgün, öyle el değmemiş yapıtlar.
Bize verilenle yetinmemizi istediler.
Ölüm tek yasasıydı yolun.

Boşlukta yıldızların ışıması gibidir
Bir düşten uyanması insanın
İşittik belki yıldız çiçeklerinin sesini
Yavaş yavaş büyüyen
Akarsuyun billur sesinde
Derin sulara gömüldüğünde bedenlerimiz
Bir başına kalırız sesler içinde
Takılıverir peşimize bozkırdan
Kurtardığımız alnı akıtmalı at
En güzel ânı ölümsüzlüğümüzün
Attı koşan. Kıştı, çok üşürdük
Bakıp bakıp denizin açık kapılarına
Gülümserdik acı suda yokluğa

Bulabilseydik keşke sedir ağaçlı bir ülke,
Çözülürdü sıkıntılarımız bir demet başak gibi
Gösterişsiz, kibirsiz yol alırdık yine
İnsanın ta içine, kardeşlik ormanına.
Abartılı sahte görkemli
Paranın üretildiği kentlere
Kentlere döndük yine
Yaslı asfaltlara
Zarif abdal
Takılıverdi peşimize bozkırdan
Kurtardığımız alnı akıtmalı at


















TAŞA BAĞLARIM ZAMANI


“Bizim yüreğimiz göçük dönerken
Kentlerin varoşlarına. Sandallarını buluta
Bağlayan göçmen balıkçılara döndük.
Sonbahar kokan odalarına döndü
Kadınlar uzun yolculuklardan. Bu sefer
Uzun sürdü çapalamak şafağı.”
Sarıasma kuşu Gözne bağlarını dolandığında
Mersin uyuyan denizi uyandırmıştı.
“Hadi şimşeği verin bize” diyordu
Yaşlı bir adam gözlerini kısarak
Dağ yolunda değişmeler içindeyken taşlar.
“Akdeniz’de taşa bağlarım zamanı,
Çamlar gecenin çobanı” diyordu
En çılgınımız elinde ayçiçeği kalpağı.

Köpekler yakındı, hissediyorduk
Serçeler yorgunluğumuzun ikinci, üçüncü yoldaşı
Beraber döndük kentin yıkıntılarına
Kitaplarımızın yakıldığı
(O da başka bir ölümdü)
Ağır sessizlik ânları ayaklar altında
Ağır yükü onurun ağrılı sanrı.
Tabaklar bardaklar kaşık sesleri
Bütün zamanlar boyunca kulaklarımda.
Ne zamandı? Yemek yiyenler kimdi?
Ağlayanlar isli gök altında.

Sonunda denize baktık, öylesine incelikle,
Kimsenin farkında olmadığı denize

Hadi dedi bunları yaz, şimdi anlattıklarımı
Bu insanlar ne ister? Kendileri kanatsız
Kuşken. Hangi erinç doldurabilir
Kalan günlerini. Bize de kalmaz tek
Bir ağaç, tek bir kuş, tek bir rüzgâr.
Kürekler elimizdeyken açılalım denize,
Enginler bilge kaygılarımızın erinci.
Kim alıkoyabilir bizi? Bulabilseydik sevgiyi
İnsan yüzlerinde kucaklardık direkleri.
Eyvah! Geçen her ân bir buğu,
Kim karşılayabilir “başka bir ölümü?”












İLK ZAMAN


Yeni günle bir kapı açıldı denize kuğu biçiminde
Herkesin uyku saatiydi görüyordum
İşte kapı diye bağırdım duyuramadım sesimi
Daracık odalarda sıkım sıkım sıkılanlara
Daha doğrusu bu rüzgâr sesimi tıkadı
Çiçeğe dört adım kala
Ağacı geçince çiçeğe dört adım kala
Bir çocuk da bağırtı işte kapı diye
Bir çiçek açtı kapandı öğrendik
Yaralarım kapandı denizin eşiğine varınca

Yeni günle bir yol açıldı denize çamaşır
Asılan balkonlar arasından
Bir çocuk bağırdı denizin derinliğine
Bir adam yoksulları çağırdı ayın sofrasına
Balıkçılar balıktan döndü basık evlerine
Mavi plastik kovaları, ağları,
Kırmızı çizmeleri vardı yanlarında
Ayakları terli avuçları fas fas kabarık
Uykularında sarkıtacaklar ayaklarını denize artık
Gelip gelip gidecek balıkların boşluğu
Ben miyim bu diyecekler köşeli yuvarlak

Çocuklar olmasa, güzel pabuçlar olmasa,
Balıklı hava olmasa
Kente giderdim koca saat kulesini kıyıdan
Götüren bulutlara varmak için

Dört köşe çıktı güzel çocuklar sinemadan
Dört köşe çıktı çocuklar güzel sinemadan
Dört köşe çıktı sinemadan güzel çocuklar
Dört köşe çıktı çocuklar sinemadan güzel
Sulanmış bitkiler kadar güzel
Balkona konan güvercinler kadar güzel
Tırnağın yırttığı kâğıt kadar güzel
Biri vardı içlerinde uçsuz bucaksız yüzü çavdar rengi
Adına para bastırmış köy köy gezen babası
‘Aaa’ dedi ‘arabam gelmiş’
Güçlü bacaklarıyla binip gitti
Yüzünü değiştirip değiştirip gelir artık










İKİNCİ ZAMAN


Annem pencere önünde, konuşacak sanki
Asma yaprağıyla. Öleli iki yıl oldu oysa.
Sardunya saksısının biçimlendirdiği
Boşluğu düşünüyorum,
Camgüzelinin durup durup açışını,
Bende yeri yok varoluşumla bütünleşmedikçe,
Nesnelerin taşkınlığının
Kibrit çöpünün köpüğünün
Balkonda hiçbir şeye aldırmadan
Gezinen iki güvercinin,
Başlangıcı kuğu olan şu küçük kızın.
“Babası emekli olduğunda, dedim ki küçük kıza,
Varoluşun anlamını kavramadan
Geçip gider parlak günler. Kendini hazırla,
Çiçeğini açan, yaprağını döken göğe.”

Bir zamanlar sayvanlarda otururdu babam
Güzel türküler söylerdi hüzünlü
Düşünmeden benliğinde ölümü
Şifalı bitkiler toplardı
Sayrı olanları iyileştirmek için.
Ne zamandı? Yoklukların göğüne
Gömdük onu. Eskidir babam
Göğü dolduran bütün yıldızlardan.
Şimdi düşünüyorum, çözülmüş bir
Yıldız kümesi miydi duygularımın karmaşası
Ölüm karşısında?

Bitmeyen bir bahçe var mı? Bahçenin
İkinci zamanı. Yapraklar, çiçek tozları
Savrulmuş, mevsimlerin titrediği.

Gitmeyen bir yol var mı? Büyük
Olsun isterse varoluşun acısı. Gidiyorum
Hüzünden anıtlar bırakarak.
Yeryüzü buğu sanki,
Otlar hissettirmekte bana yaşadığımı,
Boş balıkçı kovaları. Çözülmüş
Harfler kâğıtta dağılmakta. Ve ışımakta
Kıyıda bir balıkçı, oltasını sarkıtan
Dünyaya.


















ÜÇÜNCÜ ZAMAN


Oradayız, o aşk yalnızlığında varlığın,
Ne arıyoruz koca denizde? Poyraz değil
Ruhlarız, gövdemiz toprakta. Ruhumuz
Değişerek geziniyor dünyada. Bir
Aşk halinde geçemeden öte yakaya,
Kocaman gözlerle bakıyoruz renklerini
Yitiren dünyaya, mühürlü ağızlara.

Oradayız, o deniz üstü ülkede. İnsanlar
Anlamını yitirmiş sözcüklerle konuşuyor.
Taşlar bağlanmış köpeklere. Güneş
Parlamıyor eskisi gibi. Deniz laleleri
Böyle kapkara değildi eskiden. Ada
Açıklanamaz bir nedenle göçmüş,
Gürültülerle Rene Char şimşeğine.

Ruhun demirlediği bir liman yok mu?
Hep bunu düşünüyoruz yüksek sesle,
Gün batıyor aynanın içinde kalıyoruz,
Deniz kocaman bir ayna. Deniz
Kuşlarıyla buluşuyoruz, kucaklaşıyoruz kırık
Kanatlarımızla. Onlar karaya giden
Yolu gösteriyor akşamleyin ruhlarımıza.

Sonunda kıyıya varıyoruz. Kentteyiz,
Pasajların köşesinden bakıyoruz akan
Kalabalığa. Hafif bir rüzgâr esiyor
Denizden. Uçup gidiyor tanıdık bir yüz,
O çılgın patlamada nasıl öldüğümüzü bilen
Ama bilmiyor geçemediğimizi öte yakaya,
Ruhumuzun hâlâ gezindiğini dünyada.

Oradayız, kentin tedirgin kıyılarında
‘Günaydın’ diyoruz, ‘iyi geceler’ diliyoruz.
Kimseler görmüyor eğilip selam verdiğini
Minarelerin ruhlarımıza. Bilge urbalarımız
Denize dönünce parlıyor. Sonbahar sabahları
Rahatça bakabiliyoruz geride bıraktığımız
Kuğulara geyiklere karacalara.
















DÖRDÜNCÜ ZAMAN


Taşları konuşuyoruz burada, bir yıldız
Kayıyor suda görüyoruz yazgımızı
Biz yoksullar, tandır ekmeği, zeytin,
Peynir tutan parmaklar, parmak
İzleri polis arşivinde olanlar
Mağluplar madunlar mağdurlar
Sınırda yaşayanlar, görenler-duyanlar.
Bu bir yoldur, yolun başlangıcı.
Tarihin kara taşındayız. Bize,
Yok öyle bir ülke, diyorlar
Deniz altında.

Bu yıl burada kalıyoruz, kuşlardan
Yapraklardan uzakta. Pırıl pırıl delikanlılar,
Gelinlik kızlar. Umut tükenince ülkeden.
Kan yayılırken testilere, zeytin çekirdeklerine,
Tarlada bağda fabrikada olanlar,
Çileğe ve mısıra gidenler
Sonunda soluk alıyoruz burada
Deniz altında. Biliyoruz denizin gücü
Kadar gücümüz. Biliyoruz tarlalarda
Fabrikalarda kalacak solan
Gölgelerimiz.

“Metroda bir kız görmüştüm gözleri
Kocaman dolunay gibi. Güzelliğiyle
Ezilmiştim. Gözleri belleğime yerleşmişti.
Bütün gün kırık yontular, taşlar
Arasında gezinmiştim.”

Burada günler kutusundan çıkarılan keman
Düşlerimizi çalıyor kemancı
Ezilmiş başakların sesini duyuyoruz
Metroda gördüğüm kızın eteğinin hışırtısını
Günebakanların rüzgârda hışırtısını
Çarpan bir pencerenin gürültüsünü
Demir kirişlerin çirişotlarının sesini














BEŞİNCİ ZAMAN


Size yakışmadı derler
Koca gökkubbeyi kuşatan benliğinize
Koca okyanusu kuşatan benliğinize
Bir örümcek ağı gibi kuşatan benliğinize
Bir yaprak düşse sesini duyan benliğinize
Bir adınız var, bir işliğiniz, bir hırkanız,
Bir yolunuz, gidilecek bir deniziniz,
Hepsinden önemlisi bir diliniz var
Sözünüz giyinir kuşanır dünyanın kırlarını
Zeytin tanelerini dolanır ebabil kuşları
Tarlada fabrikada tersanede çalışır
Hodanı bilir çirişotunu dile getirir
Denize koşan ırmaklarla söyleşir
Asma kütüklerinin rüzgârıyla söyleşir
Fenike’yi İskenderiye’yi Mersin’i Kudüs’ü,
Wittegenstein’ı Heidegger’i Kavafis’i
Sözgelimi tersinden okur, okur da
Bir şey olmak istemezsiniz, bir adınız var,
Dolaylarında ana caddeler,
Kenar mahalleler akar
Cezayir akar, mercan abanoz kehribar akar
Üstünüz başınız baharat kokar
Gül nergis kokar
Sinema kapılarında satılır, oradasınızdır
Sonra sonra dağlar arasında Fındıkpınarı’nda
Düşer asfalt yola gölgeniz
Attar’sınızdır sarp yollarda
Abdalsınızdır diş fırçası cebinde

Bir ağaç, bir çiçek, bir sözcük
(Sözcüğün bozgunu)
Düşer belleğinize öylesine yabanıl
Bir ışıma halinde rastlarsınız
Ölümsüzlük otuna

Size yakışmadı derler
Çok erken ölüm de

















ALTINCI ZAMAN


Denize doğru yavaş yavaş yürüdüğümde
Pars gelir hep peşimden
Boşlukta ruhum takılıverir
Noterlerden kaçmış soluk yüzlü insanlara
Koca bir kıştan geriye kalan
Yaralanmış yüreklerdir. Dinlerim
Kılıç yarası öykülerini. Bilirim
Koca kentte yokluğa yürüdüklerini.
Yoktur yanlarında hiçbir koruyucu
Göçüp gitmiş atalarının ruhlarından başka.
Yağmuru mülk edinmişledir
Denizi yurt ölü sandığımız nicesi
Otururlar başucumuzda çukura kaçmış
Gözleriyle. Başkası göremez bulvarları
Geçtiklerini. Tatlı sert rüzgârlara
Söz geçirdiklerini bilmez kimse
Hayvanlardan başka. Öyle ki,
Fısıltıları duyulur haksızlığa uğramış
Saf yüreklerinin gök katlarından.
Yaşantıları yanılgıdır
Mevsimlere uymaz urbaları
Kimi tel gözlüklüdür
Kimi sarkık bıyıklı
Ölümleri varoluştur
Doğumları da..
Saf yüreklerini sağaltan
Birileri var
Sayrılarevi köşelerinde.

Benim yokluğa yürüyüşüm,
Hiçliğe kanışım onlardan. Denizin kapısını
Arayışım yıllardır. Sevincin çekici,
Üzüncün nacağı arasında çözülsem de
Yıllardır, yollar açılır yollar kapanır
Pars izimi sürer. Bir yolu tamamlarım
durmadan



















YEDİNCİ ZAMAN


Kente doğru yavaş yavaş yürüdüğümde
Caddelerde bulvarlarda geyikler görüyorum
Acısına kapanmış insanlar oluyor
Kılıçla kapanmış yolları
Her köşe başında kurtlar oluyor

Eski dillerin konuşulduğu kentte
Akıp gidiyor bugünden geleceğe
Kollar bacaklar ölü gözler
Hüzünlü kadınların söylediği ağıtlar
Denize ulaşıyor, takılıveriyor
Belleğimin saçaklarına
Dilin sancağı ağıtlar

Yalnızlık sürüyor atını üzerime.
Ah, şimdi denizde olsam
Karşılar beni aydınlığın balıkları.
Burada yırtılmış insan yüzleri
Zamanın tefeciliğiyle, açgözlü
Parayla

Kente doğru yavaş yavaş yürüdüğümde
Yalnızlık sürüyor atını üzerime
Neyse ki geyikler var her köşe başında
Kulak veriyorum sessizliklerine
Kimseler görmüyor
Ölümcül Pars’tan başka

Denizin yontuları bana bakıyor
Ben çocukluğumun imgesini arıyorum
Geçmişimi geleceğimi bir düzlemde
Buluşturan bir taş, bir eşya,
Gök gürültüsü, şimşekten bir kılıç,
Yeni ölen bir yüz nice acılar çekmiş.
Unutuşa çekiyorum kılıcı.























SEKİZİNCİ ZAMAN


Biz burada derin rüzgâra sırtımızı verdik
Bekliyoruz kocalarımızı. Denizden dönecekler.
Deniz geri verecek onları. Onlar sicimle
Ve sessizlikle bağlı midyelere denizkestanelerine.
Çakıl taşlarıyla konuşuyorlar, deniztarağıyla,
Yosunlarla, karideslerle. Suyosunu zamanı.

Bir adımız var mıydı unuttuk.
Denizin bir parçası oldu gözlerimiz
Gözlemekten enginleri. O verecek bize
Eşimizi, oğlumuzu, ekmeğimizi, tuzumuzu.
Hırçın bir çocuk bu kıyılarda günbatımı,
Denizin yapıtları mağrur, rüzgâr
Çürümüş yosun kokuyor.
- Biz kadınlar sabırlıyızdır değil mi?
- Güzel günlerimiz oldu, kötü
Zamanlarımız da.. Yine de bölüştük
Ay ışığını, kaşık sesini, bir diş sarımsağı,
Bize kötü davrandıkları zaman bile,
Kumsalda kırılan dalga olduk,
Kapı önünde konuşkan kadınlar.
Küfrü sildik önlüklerimize.
Düğümler attık yokluğumuza,
Ağlar onardık ay ışığında
İnce bir giysi üstümüzde,
İçimizde boşluk. Sevindik
Alınan bir çift kunduraya, terliğe,
Eteğe bayramlarda.

Oysa kılıç
Gibi iniyor günlük hayat çözülmemiş
Sorunlarıyla boynumuza. İğne ucu
Olduk. Denizde boğulmuş çocuk.
Mutfakta unlanmış balık. İçimiz
Barışık değil dünyayla, pencereden
Sarkan bir yasemin dalı kadar bile.

Biz burada deniz kıyısında bekliyoruz
Bilmeden neyi beklediğimizi
Solgun güllerden aldığı renkle
Bulutlar değişiyor, bekliyoruz
Denizden dönecek yalnızlığı
Günbatımında












DOKUZUNCU ZAMAN


Tambur sesiyim ben de bir akşamüstü
Deniz gören daracık bir sokakta
Bir fesleğen kokusuna karışıyorum
Bir çocuk sesine, bir fayton sesine.
Benim o çocuk asılan
Faytonların tentesine,
Parke döşeli yollarla yarışan.
Bir taş olduğum da söylenir
Kör bir sokakta
Kırlangıçların uçtuğu.

Ah, giden yaz gecesi mi? İyi sabahlar.
İyi sabahlar portakal ağaçları, çiçeklenmiş
Zakkum. Denizin kıyısına oturmalıyım artık.
Topal işçi zaman şişe cam fabrikasında,
Ben de oraya kalkan bir otobüsteyim,
Oturmalıyım artık bir yere.
“Dalgın bir ihtiyar, bak
Takma dişleri takırdıyor
Oturduğu koltukta.”
Dünya benden uzaklaşıyor,
Bulmalıyım artık bir gölgelik,
Ve abdal bir tin bedenime.

Ey iki bin yedinin yaz günleri,
Denize sarkıttım ayaklarımı ayaklarım uzuyor
Sakalım tırnağım varoluşum uzuyor
Esrikmişim yerçekimi yokmuş
Bedenime uymamış abdal tin
Alnımda yabanıl bir tabanca,
İntihar bile edememişim.

Ah, işte şu tepeyi aştığında otobüs
Düzayak orman, dalgınlıklar ağaçmış.
Ah, işte unutmak yazı, kör zamanı,
Çiçeklenen suyu, kar sesini, büyük gözleri.
Hızla gelişiyor varoluşun acısı
Bir bakmışım doğumun olmuş,
Yengisi ölümün, Mersin yolunda.
Ama koşarlı ayaklarım hâlâ
Bir hamam arıyor Mersin çarşısında.













ONUNCU ZAMAN


Şaşılacak şey denizin sesi kalıyor yüzümde.
Kirpiklerim tuz. Saçlarım, ki döküldü,
Işık dolu. Ey Doğu, ey beni çağıran
Sazlıktaki sessizlik! Bahçeler nerede kaldı?
Ne tepelere tırmanan ağaç,
Ne kanadı yalım kuş,
Bahçelerde kalmıyor.
Yağmurun sesi, yeşilin yapraklanan sesi var.
Kalın bir sis kentin caddelerinde kalıyor,
Adımlarım sıkıntılı sokaklar gittikçe uzuyor.
Yüküm yonga, yo hayır pörsüyen dünya.
Dostlarım deniz kıyısında bahçede oturuyor.
Ben koşarak kucaklıyorum körlenmiş
Yürekleri. Huylanıyorum kötü
Heveslerinden kızların. Gidiyorlar
Kısa günde, alınları alımlı, cesaretleri
Cüretkâr gürültülü caddelerde.

Bir sürü kırlangıç caddeyi geçiyor,
“Kırlangıçlar dünyanın dizemi.”
El ayak çektiklerini sanıyordum
Dünyadan, öyle değilmiş,
Tamamlıyorlar caddelerin gürültüsünü
Güpegündüz.

Şaşırmıyorum borsalarda tüketilişine kentin,
Soluk alıp verdiğim kentin.
Tozlu varoşları derin,
İnsanları uçurum sessizliği kentin.

“Denizi görünce bahçelere varacağım,
Denizi görünce ışığa varacağım
Yolumun önünde durmasın kimse.”

Gidiyorum yağmurun tekrarı yüzümde
Gürbüz çocuklar ağaçlı yolun sonunda
Düğmeleri sıkı sıkı ilikli, okul yolunda
Işık vurmuş en küçüğünün yüzüne

Gelip gelip gidiyorum yüzümde yağmurun tekrarı
Giderek yağmurun biçimini alıyorum











PARÇALANMIŞ ZAMAN


-Asfaltın yarığından fışkıran çiçek mi?
-Hayır, başlangıcı ve sonu varlığın,
Rüzgârda salınışı uzun ince bir vedanın.
Hangi deniz hangi dağ
Koruyabilir çiçek tozlarını
Dolambaçlı yolların doruğunda?
Kerpiç duvarlar, manastır yıkıntıları,
Üç beş köpek, söğüt altında –kahvede-
Sakalı uzamış adamlar. Tozlu yolda
Şaşkın şapşal çocuklar,
Gözleri büyük kuyu ağzından.

“Sen doğduğunda yavrum, dişlerimin
Arasında ak bir çiçek, gelmiştim köye.
Sıvası dökülmüş duvarlar, ilençli
Açıklamalar koymamışlardı aramıza.

Şimdi yalnızlığın eli bana ulaşamıyor.
Yurt bildim dili, yalın, içten
Evrenin anası olan. Deniz kabarırken
Midyeler topladım yalnız

Ben kaç kez varoldum köyde,
Asma yaprağını yüzüme sürdüm,
Asma yaprağı mıydım, ağaç mı?
Kim bilir kaçıncı mevsimindeydim
Rüzgârda salınışın gürültüsüyle

Çisentili yağmurlar yağar bir yandan
Yağmur sonrası duyarım dağların müziğini.
Gevezeliklerini dinlerim balıkçıların-
Müzik baskın çıkar her zaman

Yalnız değilim. Toprak düzeninde yaşlılığım,
Bir ayağım toprağa gitmekte
Bir ayağım denizde hâlâ.
Sayrılarevine giderim sık sık
Arkadaşlarımı görmeye, işçi sınıfından,
Gülümseriz düş olmuş yüzlerle
Gülümseriz parçalanmış yüzlere
Birer yabancı gibi kentte”

23 Aralık 2008 Salı