22 Kasım 2009 Pazar

Geyik şiirinin Almancası

Der Hirsch

Eine meiner schmerzenden Stellen ist das Meer noch immer
Tote Wasser habe ich zurückgelassen als ich kam
Wer weiß, vielleicht ist ja Südwestwindler mein Stammbuch
Breitete ich meine Arme nach beiden Seiten aus
Ähnelten sie zwei Galeerenmasten, ganz so schweigsam
Ganz so brausend Tag und Nacht

Die Landbesitzer lebten auf ihrem Land noch immer
Durch das Südwestwind Tor betrat ich die Stadt
Mit einem weißen Hirsch an meiner Seite
Dass ich mit einem weißen Hirsch kam, wollte niemand glauben
Weder die glotzäugigen Bankiers
Noch die Gerichtsdiener der dunklen Flure

Keiner fragte nach dem Menschen am Meer
Nach dem Panther, den tausend Fischen, dem Schwert des Blitzes
Nach den Toten, die in blinden Kriege starben, nach den Ruderern,
Nach dem verbrauchten Meer, dem weinroten Himmel
Nicht einer fragte nach ihnen
Den ganzen Tag lief ich durch die Straßen,
Sie liefen vorbei in ihrer gleichgültigen Art
An dem Hirschen, den ich bewahrte vor Kriegen

AHMET ADA
Çeviri : Danyal Nacarlı
Hamburg, 21.11.2009

18 Ağustos 2009 Salı

Ahmet Ada ile Söyleşi

Deneylenemeyen dünyanın

sözcüsü oldum’

Ahmet Çakmak

Ahmet Ada bu yıl biri şiirlerinden seçmeler Sonsuz At’ (Şiirden Yayınları), diğer ikisi yeni şiirleri ‘Sözcükler Denizi’ (Şiirden Yayınları) ve ‘Taşa Bağlarım Zamanı’ (Metis Yayınları) olmak üzere art arda üç kitap çıkardı. ‘Sözcükler Denizi’ içinde yer alan şiirlerdeki felsefi derinlik ve ‘lirik ben’in öne çıkması ile dikkat çekiyor. Ahmet Ada ile hem içerik hem de biçim olarak farklı bir yelpaze bu kitabını ve şiirlerini konuştuk…

“YALINLIĞIN DERİNLİĞİNE ULAŞTIM”

- Lirik Ben’in cevherini içeren bir kitap olmuş Sözcükler Denizi. (1) Lirik Ben’in şiirden kovulduğu, deneysel şiir alanlarının söze, retoriğe açıldığı bir dönemde lirlik Ben’de ısrar etmenizin bir anlamı var mı?

- Lirik Ben’in söylemi çağdaş şiirin vazgeçilmez söylemidir. Çağdaş lirik şiir yitirilmiş doğanın, insandan soyutlanmış eşyanın, bitki örtüsünün, denizin sesidir. Ahmet Haşim’in lirizmiyle karıştırılmaması gerekir. Okurlar bunu fark edecektir. Okur, şiirlerin bilge söylemini, sözcüklerin tılsım ve büyüsünü aralayıp kitaba kapıdan girdiğinde lirizmin kucakladığı doğayı sezecektir. ‘Sözcükler Denizi’, bütün modernliğine karşın, Akdenizli tinin dolaştığı bahçeleri, denizi, ormanı okura duyumsatmayı amaçlar. Anlamı ötelemez. Lirik Ben’in sade, yalın, o ölçüde de kapalı söylemi, içeriye girildiğinde tadına varılan şiire dönüşür. Çağdaş lirik şiir, son kertede, yalnızlaşan insanın sesini duyuran şiirdir. Çağdaş lirik şiir, küresel dünyada, dizgenin hazırladığı, kurduğu, verdiği dünyayı değil, bireyleşen Ben’in iç sesi olarak arzuladığı dünyayı dile getirir. Abartılı bir söylemi değil, sade, yalın olmayı seçer. Seçkindir. Öznenin kendi adına konuştuğu bir iç deney, bir yaşantı şiiridir. Sözcükler Denizi, yaşantının, duygu patlamasının, doğaya ve insana bağlılığın bilgece dile geldiği şiirlerden oluşuyor. Seçkinlik ve billurlaşma yolunda geldiğim bağlayıcı noktadır. Adorno, lirik şiir için ‘ikinci doğa’ nitelemesini bunun için yapıyor. Çünkü, söz konusu olan lirik Ben’in genele karşı kurduğu tikelin doğasıdır.

- 1979’da yazdığınız bir şiirle giriliyor Sözcükler Denizi’ne. “Seyir Defteri” adını taşıyan bu şiirin sizde özel bir yeri var herhalde?

- “Seyir Defteri”nin italik dizilen bölümünü, 1985’de yayımlanan Yaz Kırlangıcı Olsam’ın birinci bölümüne almıştım. Yazılışından otuz yıl sonra tamamını Sözcükler Denizi’ne aldım. Sevgi Soysal Adana’da sürgündü, ziyaretine gitmiştim. Sürmene Oteli’nde kalıyordu. Hüzünlü, tasalı günlerdi. Şiirde ona gönderme var. İtalik bölümdeki Adana, çocukluğumun Adana’sı. Yazlık sinemaların, faytonların bunduğu belleğe zorunlu yolculuk.

- Sözcükler Denizi’nin “Yağmurlar Kalmasın” adlı üçüncü bölümündeki şiirlerde arkadaşlıklar, lirik Ben’in tinselliğinin doğa ile iç içe giren gerilimli hâli, bu küçük şiirlerin atmosferini oluşturuyor. Derin yapıda yeryüzünü anlamlandırma aranışı mı bu? Nesnelerin tinselliğini keşfetme çabası mı?

- Her ikisi de..Derin yapıda yeryüzünü yeniden anlamlandırabilmek güzel bir çabadır. En somut örnek ‘Kırık Amfora’ şiiridir. Binlerce yıl önce denize fırlatılıp atılmış kırık bir amforanın, binlerce yıl sonra denizden çıkarılışı, ışığı yeniden gördüğünde ruhunun şaşıp kalışı…Amforanın tinselliğini keşfetme çabasıdır bu. Aynı zamanda yeryüzünün ve ışığın değerini anlamlandırma uğraşıdır. Nesnelerin de tinselliğinin olduğunu düşünmek insana ait bir olgu. Nesnelerin de konuşan varlıklar olduğunu hep düşünmüşümdür. Doğanın devingenliği; işte budur ayakta tutan insanı ve yeryüzünü: “İçindeki denizi kurutamazsın / Küçük sular akar gelir ardından” (s.30). Bu mucizevi devingenlik “Birdenbire bir çiçek / Gürül gürül bir orman” (s.36) değil midir? Doğa, kutupsallıkları, zıtlıkları birleştiriyor. Bunu görmüyorlar. Sezgilerimle duyuyorum. Gerçekçi ve üstgerçekçi yönelimlerle zıtlıkların birliğine katılıyor, bu ürkütücü gerilim hattında yer alıyorum: “Gidilir evet dünyaya doğru / Ama her gidiş de hüzündür” (s.35). Aslında dünyada olmanın hüznüdür bu. Uyandığında, nesnesine yabancılaşan, emeğinin yittiğini gören insanın hüznü.

- Bir yanda bellek geriye işliyor: Tavan arasında çocuk kalmış yağmurları dinlemek, çeşitli çiçekler, deniz, orman. Bir atmosfer yaratmak için değil, Varlık olarak da varoluyorlar…

- Belleğin geriye işlemesi, çocukluğun saf doğasına yönelmesi, bir çiçeğin, bir kokunun anımsatmasıyla olabiliyor. Çocukluk, ergin insanın düş ülkesidir. Dış ve iç mekânıdır. İmgelemi, yaratıcılığın temel gücü olarak gördüğüm için, şiirsel imgenin ‘kurucu’ varlığına inanırım. Yaratıcı imgelem, doğanın şiirselliğini değil, şair öznenin imgelemindeki doğanın şiirselliğini yeniden kurar sözcüklerin gücüyle. Şair, doğanın seslerini, kokusunu, devingenliğini değil, imgelemindeki doğanın seslerini, kokusunu, devingenliğini yeniden kurarak doğayı taklit etmekten kurtulur. Yağmurlar, çiçekler, deniz, orman, şiirlerimde imgelemin mekânından geçerek birer imge olurlar. Böylece, içtenlikli ve sonsuzluk duygusu yaratan bir doğa, kardeş doğa yaratırım kendime, dolayısıyla okura. “Taştaki derin telaşı” (s.47) nasıl duyumsarım yoksa yaratıcı imgelem ve sözcüklerin gücü olmasa? Nesneleri yaşayan varlıklar olarak algılamak, onlardaki tinselliği keşfetmek güven vericidir. Ama, bazen, özneden bağımsız bir nesneler dünyası olabileceğini de düşünürüm. O zaman, onlar şiirlerimin atmosferini yaratmak için değil, gerçek nesneler, varlık-nesneler olarak varolurlardı şiirlerimde. Ya şimdi? Şimdi de varlık-nesneler olarak varolmaktadırlar.

- Doğayla bütünleşme isteği “Yalın İstekler” adlı şiirinde dile geliyor?”Yollar Boyunca”da da kentin para tutkusundan, kentte dilin bozuluşundan söz açıyorsunuz. Bu istek kentte sıkışmış, bunalmış bireye mi ait?

- “Yalın İstekler” bir mekân şiiri. Mekân Akdeniz, Toroslar, Taşucu, Mısır, İskenderiye. Özgürlüğün ruhuma dolduğu bölge. Bir Akdenizli olarak, kentlerin birey üzerindeki basıncı, baskısı karşısında doğaya karışma isteğinin sözcüsü oldum bu şiirde. “Dünya büyük, ama / denizler kadar derin içimizde”. Rilke’nin bu dizeleri içdenize, o büyük dünyaya gönderir okuru. “Yalın İstekler” şiirinde (s.49), yalnızlığın, iletişimsizliğin yaşandığı kente gönderme yok (2), ama doğayı imgeye çevirme var. Özyaşamsal deneyimimin şiir diline çevrilmesi. Bu mekânda daha önce de yaşadım, yaşıyorum. Tortusu, görüntüsü var bende; varolanın şiir diline çevrilmesi; sanırım işin özü bu.

-“Yalın İstekler” şiirinden sonraki şiirler felsefi bir zeminde ilerliyor. Yoklukta dolaşan ayaklar, Ben’in bir başınalığı, hiçlik denizi, sonsuzluk duygusu, evrene sürgün oluş, “başka bir dünya olmalı” ütopyası; bu işaretler geniş bir felsefi zeminde olan Ben’in yeryüzüne değgin işaretleri olabilir mi?

- Sözcükler Denizi’nin asıl konuşulması gereken yönü şiirlerdeki felsefi derinlik. Felsefi derinliğe gönderen imleri saptamışsınız. Felsefe yalnızca felsefecilerin ilgilendiği alan değil. Bir şair olarak ‘İnsan ve Varlık’ şiirin nasıl temel düşünsel sorunsalıysa, felsefenin de sorunsalıdır. Söylem farkını unutmamak kaydıyla. Kant, Wittgenstein, Heidegger okumalarının başlangıcı Marx’ın Grundrısse adlı yapıtı. Sonra dil felsefesi, fenomenoloji, Benjamin, Adorno, Deleuze okumaları, Bakhtin var onları takip eden. Bu dirsek temasları şiirlerimin derin yapısını değiştirdi doğal olarak. Şair ne yapar? Deneylenemeyen dünyanın sözcüsü olur. Melih Cevdet Anday, şiir dilinin mantık üstü olduğunu söyler ki, öyle olmasaydı varlığı, hiçliği, yoklar dünyasını dile getirmesi olanaksızdı. Şiirimin sahihliği bu mantık üstü kurgusallığından gelir. Orada, bir yerlerde taşın aşındığını hissedip algılayabilen bir zihinsellik ile bu zihinselliği mantık üstü dile ya da imgeye çevirebilen yetenek, olup biteni de sezgileriyle gösterebilir. Sözcükler Denizi , bu bilgeliği dünyaya karışarak yapar, yapmaktadır. Alain Badiou, “şiir kendini dilin içinde buyruk olarak ortaya koyar ve bunu yaparken de, hakikatler üretir” diyor. Şiirin kendini dilin içinde bulurken de felsefeye dikiş atması özerkliğini, bağımsızlığını zedelemez. Şiiri felsefenin yedeğinde görmediğin sürece bu böyledir. İnsanın yeryüzü serüveni, yüz yüze geldiği ve temas ettiği metafizik şiirin bölgesi içindedir; dolayısıyla dokunup geçtim onlara. Sözcükler tümüyle okunduğunda, dizeler, görüntüler görünür ve yitirler. Bende ve okurda anlamın sürmesi, bu büyü şiirindir. Belki süren anlam değil, şiirin müziğidir.

- Şiirlerin biçimselliklerinde de söyleyişinde olduğu gibi bir sadelik, bir yalınlık var. Bilge bir söyleyiş Ben’i doğayla bütünlüyor. Ne dersiniz?

- Şiirlerin biçimlerinde belli değişimler oldu Sözcükler Denizi’nde: Monolog dizeler, soru yanıt dizeleri, italik dizeler, şiirlerin bilgece söylemlerinin aktarılmasında ve çatının oluşturulmasında görev aldılar. İç konuşmalar, bir Hodan çiçeği gibi titreyen iç sesler, sözcükler bitince dibe çökecektir. Birkaç özne, bin bir çeşit imgeyi yüklenip götürür. Öznenin içinde bulunduğu dış mekân, iç mekâna çekilerek, öz orada biçimlendirilir sözcük sözcüğe bitişerek, dokunarak. Ama, şiirin biçimselliğini teknik birtakım girdiye indirgemek de doğru olmaz. Biçimsellik, yapının, şiirin öğeleriyle örgütlenmesi demektir ki, temeli sözcükten başlar. Sözcükler Denizi’nin biçimselliği tek tek şiirlerinin farklı biçimselliklerinden oluşur. Biçimsellik donmuş değil, devingendir.

- Bu yıl iki yeni şiir kitabınız yayımlandı: Sözcükler Denizi, Taşa Bağlarım Zamanı. Bu yeni kitaplardaki şiirler bağlamında şiirinizi nerede görüyorsunuz?

- Bu son kitaplar bağlamında yalınlığın derinliğine ulaştım. Sözcük dağarımın çok genişlediğini gördüm. Şiir dili olarak kırılma bu kitaplarda da sürüyor. Şiirlerimin bilgece bir söyleme kavuşmasında felsefi kavramlarla, sözcüklerle düşünmeye başlamanın etkisi var. Gündelik hayatımda da felsefe ile fenomenoloji okumanın değişimdeki etkisini söylemek bile fazla. Dünya şiirinin doğrultusu sessizliği bulana dek düzlemim olacaktır.

1 Ahmet Ada, Sözcükler Denizi, Şiirden Yayınları, 2009 İstanbul

2 Şair ‘Yollar Boyunca’ adlı şiirinde (s.58), kentin para tutkusundan,

kentte dilin bozuluşundan söz açıyor. (Ahmet Çakmak)

Hürriyet Gösteri dergisi, (Haziran-Temmuz-Ağustos) 2009 / Sayı: 298

26 Haziran 2009 Cuma

Şiir Dersleri I

1) “Şair, esinlenenden çok, esinleyen kişidir” diyor Eluard. Bu ne demektir? a) Şair, şiir ortamını etkiler, esinler, etki dağıtır. b) Şair, okuru etkiler. Ümit, özgürlük, adalet, eşitlik, barış, kardeşlik esinler.

2) Denilebilirse, şiir de bir bilme biçimidir. Sezgiyle, olgular ve nesnelerle, gerçeklikle hakikati anlamlandırma yolu. Öte yandan estetiksel bir yapı oluşundan dolayı bize haz veren büyülü bir ses ve anlamla örülü bir dizgedir. Bize görülmeyeni gösteren, hayal gücümüzü hareket ettiren, bitkilerle, hayvanlarla yaşadığımızı ve doğanın bir parçası olduğumuzu anımsatan, uzak çağrışımlarla zenginleşen bir olgudur şiir.

3) Şiir, dilsel bir keşiftir. Evrenin bütün seslerine, renklerine, kokularına açıktır. Şiirin dili, yalnız içinde üretildiği ulusun değil, tüm insanlığın dilidir.

4) Klee’nin “görünmezin görünür kılınması” sözü, modern şiir için de geçerlidir. Şiir, görünmezi görünür kılar. Bu ne demektir? Herkesin gördüğünü farklı biçimde görmektir. Görmek, evet, oradan başlar şiir. Ne ki, yaratıcı imgelem sürecinde gözün gördüğü dönüşüme uğrar. Dil, sözcükler dönüşümün temel malzemesidir. Dil, sözcükler ve yaratıcı imgelem görüneni farklı kılar. Yazınsal imge, evet, dilin kurduğu yazınsal imge, dış gerçeğe ya da gözün gördüğüne uymaz, kendi görünenini kurar. Elbette sözdiziminin söyleme yüklediği anlamlandırma, sözcük ilintilerinin sürekli bozup kurduğu anlamlandırmadır. Çağdaş şiir, bu noktada sözcüğe çoğalan anlamlar yükler, sözcüğün ifade ettiği anlamla yetinmez. Yeni olan gözün gördüğü değil, imgelemin, dilin imgelerine yüklediği şeyin görünür kıldığıdır. Klee’nin “görünmezin görünür kılınması” dediği şey, çağdaş şiirde, göz, imgelem, dilsel imge (yazınsal imge) sıralamasıyla açığa çıkan şeydir. Çağdaş şiir düşünüldüğünde, bu işleyiş yoğun ve karmaşık süreçlerin sonucudur.

5) Çağdaş şiiri, insanın bütün ilişkileriyle birlikte düşünmek gerekir. Sözcük, sözcük ilintileri ve sözce ilişkilerine bitişen ‘imge düzeneği’nin gerisinde öznenin toplumsal ilişkileri, deneyimleri, dünya ve hayat algısı, yeryüzü algısı, yaşantısı vardır. Bunların yanı sıra şiir, varlığı, varoluşu, tinselliği anlama ve anlamlandırmada öncü konumunu sürdürür. Onu, salt haz veren bir olgu olarak görmek yanıltıcı olur.

6) Çağdaş şiirin estetiği kendinde bir şeydir. Okur olsun, şairi olsun, şiirin estetiğine kendi donanımları içinden bakarlar. Çağdaş şiirin güzellik etkisi kendine içkindir, ama dışa taşıdığı bu etki okurun estetiksel donanımına bağlı olarak değişkendir. Şiir de bir bilme yolu olduğundan, kimi onun güzelliğiyle ilgiliyken, kimi de hakikati verip vermediğiyle ilgilidir. Çağdaş şiir Varlık’ın Hakikati’ni açığa çıkaran, sözcüklerin sessel ve anlamsal olarak örgütlendiği estetiksel bir yapıdır.

7) Çağdaş şiirin yatay yapısından okuduğumuz sözdizimidir; sözdizimi kırılmalarıyla dikey bir eksen oluşturan şiir, anlamın açığa çıkarılmasını dikey yapıda sağlar. Şiirin yatay ve dikey örgütlenişi bir birlik oluşturur. Bu birlik oluşmadığında şiir sözsel olarak tüketilir. Derin yapı + yüzey yapı birliği de oluşmadığından sessel anlamsal geçişler gerçekleşmez. Bu tür şiirler başarısız şiirlerdir.

8) Aslında, şiirin yatay ve dikey olarak örgütlenişi semiyotik birliğe yöneliktir ya da öyle olmak zorundadır. Bütün şiirsel imler semiyotik birliğe yönelik olarak konumlanır. Şiirin semiyotik birliği gerçekleşmezse şiir başarısız olur: Matris sezilemez, görülemez. Şiirsel metne dönük yatay ve dikey örgütlenişin derininde metne dönüşen bir sözcük ya da tümce vardır. Bu sözcük ya da tümce, Riffaterre’e göre, şiirin matrisidir. Çoğu zaman şiir o matris için yazılır.

9) “Esini reddediyoruz, onun yerine ‘çalışma’yı koyuyoruz, ki doğrudur. Böylece ‘tanrısal iş’ ve romantiklik ortadan kalkıyor. Onun yerine beynin bir konu üzerinde yoğunlaşması alıyor.” diyor Melih Cevdet Anday. Esini metafizik konumdan çıkaran bir poetika bu. Doğrudur. Ne ki, şairi şiir yazmaya iten şeyler vardır; Maurice Merleau-Ponty’nin sözleriyle (o başka bir bağlamda söylüyor) ,“Onlar dışın içi ve için dışıdırlar.” Başka bir deyişle zihinsellik, imgelem, bellek, şiire çalışmanın yaratıcı yataklarıdır. İç’in dile, dolayısıyla sözcüğe, sözceye, sözdizimine dönüşmenin adıdır esin. Şiire malzeme oluşturan, oradan bir konu üzerinde yoğunlaşmasını sağlayan şey ya da şeyler (bilinçdışı yapılanmalar, yaşantı ve bilinç içerikleri, çocukluk, psişik süreçler, dünya ve yeryüzü temasları, şiir ontolojisi, dönem şiiri, şiir bilgisi vb.) şairin çevreninin içindedir ve yaratıcı imgelemden dile, imgeye dönüşürler. Esin dışın içi ve için dışıdır, düşler, yaşantı ve bilinç içeriğidir. Şairin şiir yazmasını tetikleyen dışsal ve içsel çevreninin ortaya koyduğu sorunsallardır. Dilsel çevren de öteki şiirler de tartışılmaz etkenlerdir şiirin yazılmasında.

10) Felsefenin Düalizm diye tanımladığı özne-nesne, varlık-bilgi vb. kutupsallıkların bölünmüşlüğü işaretlediğinin farkında olmalıdır şair. Şiiriyle düalizmin dışında kalmayı bilmelidir. Ağacı gören şair, ağacın da şairi gördüğünü düşünebilmelidir. Cezanne gibi “ben doğanın bilinciyim” diyebilmelidir. Doğayı içerden yaşaması ya da özne nesne birliğini gerçekleştirmesi gerekir. Doğayı, özne-nesne birliğini aşan bir konuma yerleştirmek modern şairin amacıdır.

11) Dünya şiirinin iki gövde üzerinde durduğunu söyleyebilirim: 1) Dış mekân şiiri. 2) İç mekân şiiri. Birincisi dış dünyayı, yeryüzünü, bitkileri, hayvanları, şairin dokunduğu nesneleri, dünyanın tınılarını, kalabalıkları, patırtıları somut olarak şiire taşır. İkincisi, yani iç mekân şiiri ise iç evren şiiridir. Zihinsel, imgelemsel yönüyle ortaya çıkar ve yazınsal imgelerle ifade olanağı bulur. Deneyimlediği yaşantı içeriğini imgelemin söylemiyle, imgeler göndermeler hâlinde dile getirir. İlkine Nâzım Hikmet’in şiirini, ikincisine ise R.M.Rilke’nin şiirini örnek gösterebilirim. Arakesitte ise hem onu, hem de ötekini işleyen şairler var ki bence dünya şiirinin eşsiz metinlerini yazmışlardır. Eliot’ın ‘Çorak Ülkesi’ gibi. Belirtmek gerekir: İç mekân şiirleri, yazıldıkları döneme özgü ‘iç gözlem’i de içerirler; giderek dönemlerinin tinselliğiyle ilgilidirler. ‘Çorak Ülke’ şiiri bunun tipik bir örneğidir ve o iç sesi, müziği, döneminin tinselliğini duyarız. Öznelerinin yaşantı farklılığı da monolojik söylemle açığa çıkar. Dış ve iç mekân içinde yüzen nesnelerin, şaire baktığını görür gibi oluruz.

Akatalpa, Temmuz 2009 – Sayı : 115

16 Haziran 2009 Salı

Değişmeler Denizi Almancaya çevrildi.

DEĞİŞMELER DENİZİ


Başka türlü çiçek açıyor deniz
Bulmuş kendince bir yol
Taşı yontuyor koynunda
Gökyüzünü billura çeviriyor
Orman oluyor soluğu

Bu yaz başka türlü esiyor rüzgâr
Kanat takmış sonsuzluğun göğüne
Ne yana baksam köpük içinde
Kalıyorum omuzlarım kara ağaç

Denizin eşiğine oturuyorum
Demek ki yalnızlığın eşiğine
Elimi uzatsam varlığımın hiçliği
Çok eski bir boşluğu dolduruyor

İçim dışım kumun zamanı
Vakti sormuyor kuşlar

Ahmet Ada, Taşa Bağlarım Zamanı, 2009.


Das Meer der Veränderungen

Auf eine andere Art blüht das Meer
Es glaubt, einen Weg gefunden zu haben
An seiner Brust schleift es den Stein
Den Himmel verwandelt es in Kristall
Zu einem Wald wird sein Atem

Auf eine andere Art weht diesen Sommer der Wind
Flügel heftete er an der Unendlichkeit Himmel
Wohin ich auch schaue, in Schaum eingetaucht
Stehe ich, eine Ulme sind meine Schultern

Ich setze mich auf die Schwelle des Meeres nieder
Also auch auf die Schwelle der Einsamkeit
Wenn ich meine Hand ausstrecke, füllt das Nichts
Meines Seins eine sehr alte Leere aus

Des Sandes Stunden sind mein Inneres wie mein Äußeres
Um die Zeit scheren sich die Vögel nicht

Çeviri: Danyal Nacarlı

13 Haziran 2009 Cumartesi

25 Mayıs 2009 Pazartesi

"Taşa Bağlarım Zamanı" ile ilgili Taraf gazetesi bir röportaj yayımladı - 25 Mayıs 2009

“Yeni şiirlerimi evrensel bağlamda
gördüğümü söylemeliyim..”

Ahmet Ada ile, önceki kitaplarına göre daha sade, daha yalın, doğayla iç içe ve bilgece söylemi olan yeni kitabı Taşa Bağlarım Zamanı’nı (Metis Yayınlar, Mayıs 2009) konuştuk.
Sibel Oral

Hem şiirleriniz hem de şiir üzerine yazdıklarınızla her zaman emekçi ve çok çalışkan şair olarak tanındınız. Geriye dönüp baktığınızda bir şiir emekçisi olarak ne hissediyorsunuz?

Yaklaşık kırk üç yıl olmuş ilk yazımın yayımlanışından bu yana. Şiirin sorunları, şiir poetikası, şiire ilişkin kavramlar, terimler üzerine yazılar. Hiza ve doğrultu yazıları, şiirler, yoğun şiir işçiliği, şiirin değişim ve dönüşümlerini içimde yaşama, şiirin farklı bir dil, karşı dil olduğunu keşfetme, dille girilen gerilimli ilişkiler, biçimsel olarak şiirin çıtasını yükseltme çabaları…Emek isteyen şeyleri bugüne dek yayımladığım kitaplarımda görebilirsiniz. Bu yıl (2009) yayımlanan Sonsuz At (Seçme Şiirler), Sözcükler Denizi (Şiirden Yayınları) ile Taşa Bağlarım Zamanı (Metis Yayınları); özellikle son iki kitaptaki şiirlerde yaşantımın iç deneyimleri okunabilir. Öznenin, ki bu bazen benim, bazen ötekidir, ‘iç mekânı’ da kapsayan söylemi, sade, yalın, arınık bir görünüm kazandı. ‘Dış mekân’, kentin her türlü baskısı altındaki bireyin ütopik aranışlarına dönüştü. ‘Düşülke’ aranışlarına paranın her şeyi belirlediği bu dünyada : ‘İnsan iyi şeyler arar denizde / Para geçerli değil’ diyen bir özne, söylemem bile fazla, bilge bir öznedir.

Her yeni kitabınızda daha iyi şiirin peşindeymişsiniz gibi bir his uyanıyor. Yanılıyor muyum?

Sözcükler Denizi ile Taşa Bağlarım Zamanı, sizde böyle bir duygu uyandırıyorsa buna sevinirim. İyi ve kalıcı olan bir şiir yazmak başlıca amacım. Şiir, durmadan yenileniyor. Eski şiirin bağlayıcılığından kurtulmak, her seferinde kendi biçimini yaratan şiirler yazmak, dünyada olmanın gereği bence. Mekân, zaman, bellek, aşk, ölüm gibi sorunsalların içinden, bu kavramların gerçeklikle ilişkisini kuran bir şiir yazmak yeni biçim arayışlarını, deneyselliği gerektirir. Öte yandan, felsefenin düalizm diye tanımladığı nesne, eşya, doğa bölünmüşlüğü, özne-nesne bölünmüşlüğü, Akdeniz doğası içinde yaşayan benim gibi biri için benimsenmesi zor ve olumsuzluklar içeren bir durumdu. İç mekân olgusuyla örülen şiirler özne-nesne karşıtlığını ortadan kaldırdı. Kantolar’da, Yeni Kantolar’da, Sözcükler Denizi’nde, Taşa Bağlarım Zamanı’nda yer alan şiirlerin monolog düzleminden bu durum okunabilir: Monolog düzlemi neyin bilincidir? İşçiyle üretim aracının karşıtlığa, birbirinden kopmaya dönüşmediği, emeğin ‘soyut emek’ hâline gelmediği bir dünyanın bilincidir. Bu bilinç bir özlem, bir ütopya olarak var şiirlerde.
Düalizm sorunu değil, yenilenen biçem ve biçimdir şiiri iyi şiir kılan. İçsel deneyim alanının (içeriğin) biçim üzerindeki denetimi ve baskısıdır bu. Modern çizgi, farklı modernist yönelimler de eklenerek sürüyor. Eski dönem şiirlerin talepleri de sürüyor hâlâ. Eski şiirin ya da kendi şiir çizgilerinin talepleri şairleri hâlâ aynı çizgi üzerinde yürümeye zorluyor. Şiirin tıkanma noktasıdır bu ve bağlayıcıdır. Bu kabuğu dilsel planda kırmak gerekiyor. Ben kırdım. Büyük dilsel kırılmalar yaşadı şiirim. İyi şiir, yeni şiir, eski konvansiyonları parçalayıp aşan şiirdir. Dilsel kırılmalarla aşılabilir.
Sözcükler Denizi’nde yer alan Kısa Tarih başlıklı şiirin son dizesi şöyledir : ‘Var benim de uzun bitkiler kadar tarihim.’ (s.64).

Kitabınızın adı da oldukça şiirsel. Bir imge galiba. ‘Taşa Bağlarım Zamanı’ neyi ifade ediyor?

Taşa Bağlarım Zamanı yazınsal bir imge.. Zaman kavramının soyutluğunu vurguladığı gibi, anakronik geçmişe ve zamansızlığa da gönderme yapıyor: Kitabın ana motifi gibi. (Bu imge okurun imgelem gücünü harekete geçirir mi dersiniz?)

Denizin Uykusu Üstümde adlı şiir kitabınızdan önceki şiirleriniz için; “onlar dışsal olanla ilgiliydi”... “Şimdi artık iç dünyanın sesi, monologun sesi, dile gelişi söz konusu.” demişsiniz. Son kitabınız Taşa Bağlarım Zamanı’nı bu farklılıkların neresine koyuyorsunuz?

Taşa Bağlarım Zamanı , doğayla, eşyayla, nesneyle bütünleşmenin kitabıdır. Bitki örtüsü, hayvanları ve insanıyla yeryüzü, dışsal ve içsel dünyanın sesi, soluğu, monologudur. Evrensel insanın tinselliği yeryüzünde nasıl geziniyorsa, şiirlerde de öyle gezindi. Ölüm ve dirim sorunu, bir önsezi mi diyeyim bilgelik mi yoksa, ölümü imleyen Pars imgesiyle 2004’den beri, dış ve iç mekân olarak girmişti şiirlerime. Taşa Bağlarım Zamanı, modernliğin getirdiği çalkantıları, fırtınaları benliğimden boşluğa bıraktığım zemin oldu. Çok ciddi varoluş sorunsalları imgesel dille, dile getirildi bu kitapta. Bilgece söylem, imgesel dilin içinde yitmeyen varoluşsal kaygılar, kanatları genişleyen sonsuzluk duygusu, ama hepsi dilsel bir kırılmayla varolup bir yapı oluşturdular. Monolojik söylemin bir yapıya dönüştüğü, şiirsel dilin bu amaçla örgütlendiği söylenebilir. Ama şu da var: Ritim ve lirizm, ne kadar değişirsem değişeyim, şiirimin kurucu öğeleri olarak dipte hep varoldular. Deniz, denizin yapıtları ve kapısı, günü uyandıran balıkçılar, ‘Köşeyi dönünce birdenbire Pessoa’ (s.15), ‘Gazze’de yine çocukları ölürmüşler’ (s.15); bütün dünya hâlleri Taşa Bağlarım Zamanı’nın tarihsel zamanını altüst ederek farklılıklar oluşturur. Zihinsel zaman zamandizinsel değildir. Bugünden anakronik geçmişe, zamansızlığa dönüş bu kitabın farklılıklarıdır. ‘Doğa içeridedir’ diyordu Cezanne. İç mekândan geçen görüntüler, aslında görünmez olan ama görünür kılınan görüntülerdir: ‘Göğe doğru akıyor dilsiz orak / Ekinler uçarılık düşünde tarlanın’ (s.17). Bu dizeler görülebilen bir şeyi işaret etmez. Kısaca, dış dünyanın iç mekândan, yaratıcı imgelemden geçişi Taşa Bağlarım Zamanı’nın belirgin farklılıklarıdır.

Edebiyatın belki de en sessiz çocuğu şiir. Şiir kitapları az satıyor ama biz milletçe şiiri çok seviyoruz. Bir çelişki var sanki. Bu durumu neye bağlıyorsunuz?

Şiiri çok sevdiğimiz doğru mu? Hangi şiiri seviyoruz? Nüfusumuza göre az sayıdaki okur modern şiiri kavramaya ne kerte yakın? Şiirin az basılması ve dolaşımda olmayışı, ‘metalaştırılamayışıyla’ ilgili gibi görülüyor. Kültürün magazinleştirilmesi, kültür endüstrisinin pazara yönelik çabaları has şiiri geri plana itmiş olamaz mı? Ama şu da var ki, iyi şiir her zaman az okunmuş, az satmıştır.

Şiir yazdığınız kadar şiirle ilgili de çok yazıyorsunuz. Türk şiirinin 2000’lerdeki durumunu nasıl buluyorsunuz?

Şiirle ilgili yazılarım daha çok pedagojik düzlemde; şiirin şiir dışı etkenlerle değerlendirilişinden tutun da, şiire ait kavram ve terimlerin açımlanmasına, şiirin öğelerinin ayrıştırılmasına, şiir dilinin farklılığına kadar uzanan bir dizi yazı. Anlamaya ve anlamlandırmaya yönelik yazılar bunlar. Şairler üzerine yazılar da yazdım, yazmaktayım. İmgeden, ironiye, ritimden anlama, modern şiirin dilinden gerçeklikle ilişkisine dek zincirleme pek çok sorunu dile getirmek sorumluluğunu yüklendim yıllardır.
Çağdaş Türk şiirinin XXI. yüzyıldaki durumu oldukça iyi. Çok çeşitli anlayışlarla deneysel, görsel ve farklı bir şiir yazılıyor. Doğu kökenli şairlerin metafizik ucu açık şiirleri, kadın şairlerin deneyimlediği başkaldırı şiirleri, farklı kültürel kaynaklardan güç alıyor. 2008’de, ‘Şiir artık kültürel girdilerden yalıtık olarak yazılamaz durumdadır’ demiştim. Çağdaş felsefenin, resmin, sinemanın, müziğin, ontolojinin, epistemolojinin, fenomenolojinin, psikanalizin insana sunduğu olanaklar şairi ilgilendirmelidir. Şairin deneyimlediği salt verili hayat olamaz. Onu dönüştürmenin düzeneklerini bilinç düzeyinde de yaşaması gerekir. Dünyayı, yeryüzünü anlamaya çalışmanın, anlamlandırmanın entelektüel birikimle gerçekleştiğini bütün ‘büyük şiirlerde’ görebiliriz. Birkaç yıl önce, ‘Fenomenoloji üzerine beş ders’i okuduğumu gören bir şair arkadaşın ‘ne gereği var’ dediğini anımsıyorum. Sürdüregeldikleri şiirin nasıl ‘eski konvansiyonlara’ yenildiğini görmek gerçekten hüzün verici. Birbirinin tekrarı bir şiiri yazmanın nesi özgünlüktür? Ne ki, birbirini tekrar eden şiirlerin yanı sıra, genç bir şiir de yazılıyor ülkemizde. Yaşı kaç olursa olsun en yeni şiiri Cahit Koytak yazdı, yazıyor. Gonca Özmen, Azad Ziya Eren, Bâki Ayhan T., Eren Aysan, Şeref Bilsel, Cenk Gündoğdu, Hasip Bingöl, Kenan Yücel, Beşir Sevim, Veysel Erol, Sadık Yaşar, Zeynep Köylü, Sinan Oruçoğlu, Gökçenur Ç., İbrahim Tenekeci, Selim Temo, Can Bahadır Yüce, Mitat Çelik, Özkan Satılmış, Yusuf Uğur Uğurel, Veysi Erdoğan, Betül Tarıman, Seyyidhan Kömürcü, Emel Güz, Mehmet Erte, Metin Kaygalak, Nilay Özer, Kadir Aydemir, Mehmet Butakın, Kemal Varol, Ahmet Çakmak, Mehmet Hameş, Mustafa Fırat, Serap Erdoğan, Fatma N., Betül Dünder, Erol Özyiğit, Hakan Cem, Serkan Ozan Özağaç, Bülent Keçeli, Ömer Erdem, Yasin Erol, Mete Özel, Aslı Serin, Burak Acar, Gülce Başar, Çiğdem Sezer, Levent Yılmaz, Mustafa Erdem Özler, Eyüp Yaşar, Ömer Berdibek, Zeynep Arkan, Elif Sofya, Mustafa Ergin Kılıç, Zeynep Uzunbay, Emel İrtem, Birhan Keskin, Murat Üstübal, İbrahim Halil Baran, Mehmet Öztek, Bejan Matur, Adnan Gül, Didem Madak, Adil İzci, Onur Caymaz, Enver Topaloğlu, Fuat Çiftçi, Bünyamin K., Deniz Durukan, Ali Özgür Özkarcı, Cuma Duymaz, Ersun Çıplak, Şükrü Sever, Özlem Sezer, Hüseyin Akın, Ali Hikmet Eren, Olcay Özmen, Mehmet Bozgan, Selahattin Yolgiden, Salih Aydemir, Mustafa Köz, Hakan Savlı, Hakan Şarkdemir, Serkan Işın, Ömer Şişman, Ertan Yılmaz, Mehmet Can Doğan, Yavuz Özdem, Ömer Aygün gibi şairler birbirine benzemeyen çok farklı şiirler yazıyorlar. Hepsini ilgiyle okuyorum. Çok değişik şiir çevrenleriyle karşılaşmak mümkün. Her ne kadar büyük şiirleri yoksa da, farklı şiirlerle çağdaş ve çağcıl şiire yeni alanlar açıyorlar. Öte yandan, Necmi Zekâ’yı okumayan, bilmeyen bir kuşak da var ki popüler kültürün çevreninde televizyondan televizyona koşan, şiiri değil şairliği öne çıkaran tutumlarıyla boy gösteriyorlar.

Taşa Bağlarım Zamanı’nında, Rene Char, beyaz geyik, Pessoa, balıkçılar, orman ve hayvanlar yer alıyor. Bu şairler, orman ve türlü hayvanlar neyi işaret ediyorlar?

Aslında bu soruya yanıt yine şiirlerin kendinde var: ‘Zamanın tefeciliğiyle, açgözlü parayla’ (s.49) kuşatılmış insanın, paranın geçerli olmadığı bir düşülkeyi işaret ederler. O saflığı.. Pessoa, Rene Char dünya şiirinin önemli adları. Ama, Taşa Bağalarım Zamanı’nda adlarının anılışı tesadüfi değil, dünya şiirinin hiza ve doğrultusuyla bütünleşme arzusundan kaynaklanıyor. ‘Geyik’ şiiri (s.27), en fazla onda var, bireyi bunaltan kentin baskısından kurtulma arzusu.
Taşa Bağlarım Zamanı, edebiyatın küçük bağlamı içinde ele alınamayacak bir yapıt. Bunu söylemekle, onu dünya şiirinin doğrultusunda gördüğümü söylemiş oluyorum. Tekrarlayayım: Yeni şiirlerimi evrensel bağlamda (büyük bağlam) gördüğümü söylemeliyim..

Taşa Bağlarım Zamanı’nda yer alan sözcüklerin istiflenişi tılsımlı, tansıklı (mucizevî) sözlere, sözcelere yol açıyor. Yazınsal olan, dahası şiirsel olan lirik bir düzlemde fışkırıyor. Ne dersiniz?

Gündelik egemen dili dışlayan, gündelik dilin yıpranmışlığını yadsıyan, yalınlıkla, sadelikle çelişmeyen bir tutum ortaya çıktı bu kitapta. Sözcüklerin istiflenişi yeni bir ‘yapı’ kuruyor. Sözdizimini fazla bozmadan (ki sözdizimiyle fazla oynamak anlam zorluğuna yol açıyor) oluşturulan bir ‘yapı’.Tansıklı söyleme şiirsel söylemin dolayımlı ve büyülü oluşu ve çağdaş lirizme bitişmesi yol açmış olabilir. Tam bilmiyorum. Çağdaş lirizmin olanaklarını şairaneliğe düşmeden dolaşıma sokmak yetti de arttı bile benim için. Kim bilir, belki, düş, gerçek ve tasarımlanan dünyanın bir arada ve iç içe girmesinden kaynaklanıyordur büyülü, tansıklı söylem.
Koskoca evrene fırlatılmış insan, varlığın hiçliği aslında. Ölümle dirim arasında ‘arafta’ kalmış insan ve onun duygusu. Bu duyguyu ‘kanser’ nedeniyle yaşadım, yaşamaktayım: ‘Kök oldum dünya toprağına’ (s.19) derken yaşama tutkusunun başatlığı dile gelir: ‘Yeter bana mezar taşı olmak / Anadolu’da’. İlk şiirlerdeki yetinmezlik (bkz. Sonsuz At : ‘Aşktır umutsuzluğu yenmek de yetinmezlik de’ s.46) duygusundan buraya, taşa sürüklenen Tin.

Çok teşekkür ederim bu röportaj için.

Ben teşekkür ederim bana bazı şeyleri söyleme fırsatı verdiğiniz için.

Taraf Gazetesi, 25 Mayıs 2009




















15 Mayıs 2009 Cuma


Ahmet Ada’nın “Taşa Bağlarım Zamanı” adlı yeni şiir kitabı Metis Yayınevi tarafından yayımlandı!

Taşa Bağlarım Zamanı, kentin basıncından bunalan bireyin düşülke arayışlarıyla dopdolu. Düalite ortadan kalkmış, doğayla, nesnelerle bütünleşmiş insanın duyarlıkları var. Bir solukta okunan bu yaz kitabı, evrensel insanın yeryüzü ile yüzleşmesi sanki.


Dağıtım : Punto Dağıtım

23 Nisan 2009 Perşembe


Ahmet Ada

10 Nisan 2009 Cuma


'Gülün Tekrarı' İngilizcede...

OF ROSES AGAIN

longer seasons, times shorter
life is of roses again,—a rose after
was it rose season, may be it was
roses in rose sound
jugs in waters sound
long rains in fall sound
fresh for evermore
postin’ my nose tingle the longings sound
ruby-sky loves sound
mountain pass the cranes’ sound
so much I love my country
a little grief, a little suffering
still postin’ my nose tingle
by thy longing

let the blacksmiths’ sound reach far
modes of music mix’d by whim
roses are pour’d over bazaars
livin’ on the edge of crazy carousal
turk kurd georgian laz syrian
we had exchang’d roses
our folk songs are similar, our sky is same
it makes us with a bright insight
the long rains to enliven
we’ve faced famines, floods
over mezopotamian lowland
life is of roses again,—a rose after
pomegranate juice in pomegranate
dates of date palm again in erbil plain
again of silky hanky
flyin’ in the roof of sky

yellow faced with fall’s longing
rose of roses again had envied fall
let it come, it’s the hour
what you want to come over
let mecnun come with leylâ’s grief
whilst ironmongers thin out the sky
whilst the orchard gathers its roses
amid yellow lemons
in south I am of vagabondage age
sorrowful songs are runnin’ down to my heels
puttin’ together the day, the night, and the heavens
with summer songs
of roses again in soon summer roses
you are of roses again in roses
life is of roses again in birds
stone is of stones again over plain in urfa
as the moon enters into the cloud
let’s go to a street letter-writer
to engrave a rose of roses again in stone
of summers again in fall
of caves again in abode
as our dirge overflows the mountain pass
to whom we ought to tell our case
I know it is too late
I know it is very early
of silent again in sound
we are tagged with pain
even harmdoer hunters do not touch to us
longer seasons, times shorter
life is of roses again,—a rose after

AHMET ADA

Tercüme: 2009, Volkan Hacıoğlu

19 Mart 2009 Perşembe

21 Mart Dünya Şiir Günü
Mersin Etkinliği


Nevit Kodallı Konser Salonu
(16.00-18.00 Saatleri arası)

Ahmet Ada’nın yazmış olduğu Şiir Günü bildirisi
Sunan: Ahmet Çakmak

Söyleşi (Belgesel film)
Celal Soycan - Ahmet Ada

Çağdaş şiir odağında Ahmet Ada (Panel)
Yöneten: Mehmet Hameş
Konuşmacılar: Sabit Kemal Bayıldıran- Prof.Dr. Çetin Derdiyok

Ahmet Ada şiirleri
Okuyanlar: Emine Alıcı- Mithat Çelik- Dîlber Hêma- İbrahim Doğan

Şiirimize 41 yıllık katkısı için Ahmet Ada ‘ya plaket ve teşekkür
Sunan: Mersin Şiir Çevresi

Ahmet Ada’nın konuşması ve kapanış


------------***---------------

İçel Sanat Kulübü Lokali
(18.30-23.00 Saatleri arası)

Çeviri şiiri üzerine yemekli söyleşi
Konuklar: Hüseyin Ferhad- Doç.Dr. Bedri Aydoğan- Selim Temo


Düzenleyen: TÜRKİYE PEN

Not: İlçelerden ve Adana’dan gelecek olan dinleyiciler Mehmet Hameş’le
gerektiğinde iletişim kurabilirler. E posta: asi_imge@hotmail.com Tel: 05389277102

21 Mart 2009 Dünya Şiir Günü Bildirisi
“GÖRÜNDÜ GÖĞÜN FAYTONU”

Ahmet ADA
Modern şiir denilince Dil’i konuşmak gerektiğini biliyoruz. Modern şiirin ayırt edilen özelliği dilidir. Modern şiir, konuşma dilinin içinden oluşturulur, yazılır. Bu farklılaşmada yazınsal imge önemli görev üstlenir. Birkaç dize ile örnekleyelim:
Esmer ayakları çıplak bir yağmur
(Nâzım Hikmet)
Şarkılar bilirim çığ tutmuş
(Ahmed Arif)
fatihte yoksul bir gramofon çalıyor
(Attilâ İlhan)
Bu dizeler konuşma diline dayanarak ondan kopan şiir diline örnektir. Tek başlarına anlam ürettikleri gibi asıl işlevleri şiirin yapısı içindedir. Demek oluyor ki şiir sözcüklerle sessel ve anlamsal olarak örgütlenmiş bir yapıdır.Elbette, şairin arkasında şiir antolojisi vardır. Onu şiir yazmaya iten şiir ortamı ve başka şairler vardır. Ama, şairin temel malzemesi yaşantısı, deneyimleridir. Yaşantı, bilinç, dünya görüşü, imgelem; bu kavramların içeriği bir kanalda birleşerek dilin imgelerine dönüşür. Konuşma dilinden farklı bir dil oluşur ki, nesnel gerçekliği yeniden üreten özelliğe sahiptir. Düşler, gerçeklikler, üstgerçeklikler, bellek, renkler, kokular, çocukluk evreni dilin yeniden ürettiği şeylerdir. Her biri estetiksel nesneye dönüşürler. Sessel ve anlamsal olarak uyum içinde olan estetiksel bir yapıya…Demek ki çağdaş şiirin alt yapısında dışsal ve içsel dünya vardır.İnsanın varoluş sorunu, ben’in içinden ya da başkasının ben’i içinden dile getirilir. Başkası (öteki) ben’in kendisidir.
* * *
Şiir, elbette sözcüklerle yazılır. Bellek kuyusundan çıkarılan saf, masum çocukluk şiirin kaynağıdır. Belki, gündelik hayatın şiddeti, baskısı, şairi bellek kuyusuna, çocukluğa yöneltir. Modern şiir, elbette, şiire katılan sözcüklerin yarattığı imgenin okurun zihninde uyandırdığı çağrışımlarla çoğalır. Okuru şiire girmeyen sözcüklere de götürür. Sözcükleri seçerek ve birleştirerek şiire katan şair, toplumsal ilişkilerin merkezindedir. Seçtiği ve sonra da birleştirdiği sözcükler, şairin dünya görüşünün anlatımı olurlar. Anlamın oluşması imgenin gücüne bağlıdır. İmge güçlüyse, bu demektir ki, ortak zihinde bir bağlılaşığı vardır. Rilke, “dizeler duyguların değil, yaşanmış deneylerin sonucudur’” diyordu. Doğru, çünkü her dizenin alt yapısında yaşantı vardır. Dizeler yaşantı deneyimlerinin ürünüdür. Dünya şiir gününde, şiirin gelip dayandığı şeyler, ‘arılık, duruluk, sadelik’ olmalıdır. Yalınlığın derinliği…

30 Ocak 2009 Cuma

Hannah Höch

12 Ocak 2009 Pazartesi

6 Ocak 2009 Salı

Vahşetin Şiiri Yazılmaz

Ahmet Ada


2009 yılının ilk günlerinde İsrail, Batı Şeria ile Gazze’yi karadan, denizden, havadan kuşatmış durumdadır. Bombalar sivil halkı, kadınları ve çocukları öldürüyor. Halk kitleleri susuz, elektriksiz, ilaçsız, yiyeceksiz bırakılıyor. Filistin halkı sokak sokak direniyor işgale. Çocuklar tankların top ateşleriyle öldürülüyor. Dünya uluslararası kamu oyunun önünde Filistin toprakları işgal ediliyor. Halklar bu vahşeti protesto ediyor. Türk halkı, Kürdü, Lazı Çerkezi ve azınlıklarıyla işgali ve vahşeti lanetliyor.

Genç şair arkadaşlar soruyorlar: “Şiir bu kadar aciz mi?”. “Ne yapabiliriz?”. Şiir kardeşliğe, özgürlüğe, adalete açılmış kapıdır. Şiirin öncülüğü yüzyılımızda da sürecektir. Sabırlı olalım: Vahşetin şiiri yazılmaz. Vahşeti yapanlar için şiir her zaman tehlikeli bir şeydir. Şiir tarih boyunca insanlık onurunun öncüsü olduğu için, faşistler, şövenistler, ırkçılar şiiri yasaklamışlar; şairi de cezalandırmışlardır. Şiir yüzyıllar boyunca bilginin ve erdemin estetiksele içkin kılındığı, emekle, çabayla oluşmuş dildir.

Genç şair kardeşlerim, sabırlı olalım: Şiirden fire vermeden umutsuzluktan umut üreten şiirler yazılacaktır. Şiir olmayan protest metinler üretmenin, yazına, okura, şiire bir katkısı olmaz. Bunun tekdüze, kötü bir şey olduğunu söylemek bile fazla. O nedenle, insanlık için duyduğumuz kaygılarımız, tedirginliklerimiz, acılarımız şiirin merkezine yerleşecektir. “Gecikmiş şiir olamaz” diyor Edip Cansever. Aceleyle yazılan, şiirle düzyazı arasındaki farkı kaçıran tutumlar hep olmuştur. Deneyimlenen süreçlerin içinden konuşuyorum: Sorunsallaştırılan olgu insanlık dışıdır. Şair özne, deneyimlemediği şeyi ne kadar sahici ve özgün kılabilir? Bunu bir düşünelim.

Şairin dünya ilgisi, varoluş kaygısı sürüyor, sürecektir. Bundan hiç kimsenin kuşkusu olmasın.

Mersin, 6 Ocak 2009