NİHAYET ŞİİR:
TAŞA BAĞLARIM ZAMANI[1]
Uluer Aydoğdu
Taşa Bağlarım Zamanı, her şeyden önce, Ahmet Ada’nın olağanüstü imgelemini daldırdığı hayattan -içinde aşklar yaşadığı, yolculuklar yaptığı, gökyüzüne baktığı- çıkarıp önümüze koyduğu bir uzay-zaman düzenlemesi. Tam da şiirin göz hizasında. Ne güzel, şiir hâlâ bizimle, daha bizi terk etmemiş. Öyle ki, Ahmet Ada, şiir hızında, kıvrak olduğu kadar varlığı/ varoluşu da sorgulayan imge ve söyleyişlerle hareket ederek doğum, ölüm, hüzün, zaman, büyü bazlı muazzam bir enerjiye ulaşmış bu kitapta. Daha ilk baştan, kitabın adıyla okuyucuya “duygusal bir büyü” vaat ediyor. Kapak resminin[2] kitap adıyla oluşturduğu zıtlık ise zamanın asıl karakterini söylemek için düzenlenmiş gibidir: Geleceğe doğru akış. Bu akış içinde kitapta yer alan şiirler ise “zamanın” şimdi-burada “uzaylaşması”ndan başka bir şey değil. Valery’nin “zaman inşadır” sözünden hareketle kitapta yer alan şiirler için inşa olduğu kadar akışkanlığı da içeren bir süreç şiiri de diyebiliriz. Varlık (being) ile varoluş (becoming) arasındaki ezeli ve ebedi çatışma ise ana motif olarak bütün şiirlerde yer alır.
Kitap “Yeter bana mezar taşı olmak/ Anadolu’da” dizeleriyle açılır. İçten içe bir serzeniş de diyebiliriz bu dizelere. Şairin, taşa bağlayarak tutmak istediği zaman acımasızdır.
Duygusal Büyü
James G. Frazer’ın, Altın Dal[3] adlı muhteşem kitabında kimi eski toplumların doğayı “… kendi istekleri önünde eğmeye” çalıştıklarını görürüz. Yağmur yağdırmak için “gök gürültüsünü taklit etmekten” tutun da “ağızdan su fışkırtmaya” ya da güneş tutulması sırasında “birilerinin güneşi söndürdüğüne” inanan bazı toplulukların “havaya ucu ateşli oklar atmalarına” ya da “güneşin batmasını önlemek için birkaç kamışın tepesini bir araya getirip bağlayan” kabilelilere ya da “rüzgârsızlıktan limandan çıkamayan balıkçıların güneşin hareketi yönünde şapelin çevresinde yürümelerine” kadar sayısız örnek verir Frazer. Bir çeşit “duygusal büyü”dür bu. Bu doğrultuda, kitabın adının beni o eski toplumlara/zamanlara gönderdiğini söylemeden edemeyeceğim.
İlk bölüm (Ahmet Ada, sistematik olarak I. Bölüm, II. Bölüm şeklinde ayırmamış şiirleri, ama her biri bir ya da birkaç dizeyle başlayan üç bölüm şeklinde düzenlemiş) yukarıda da söz ettiğim “Yeter bana mezar taşı olmak/ Anadolu’da” adlı dizeleriyle başlıyor. Kimi zaman varlıktan kimi zaman ise varoluştan yana döner Ahmet Ada. Bu doğrultuda sürekli kayıt koyar:
“Belki hiçlik bu denizden çektiğim
Belki de hiçlik salyangozun kabuğundan çıkması
Ama hepsi varlığıma dokunuyor
Önce o büyük sonsuzluk duygusu” (s., 11.)
Herkes, her şey ‘var olamayacağı yere kadar vardır’, sonrası “hiçlik”tir ve bu durum, şairin varlığına dokunur. Ahmet Ada’nın bütün işaretlemeleri zamana gönderme yapar, zamanın akışına, varlığın bu akış önündeki aldığı hallere… Bu yüzden öncelikle zamanın tarifi gerekmiştir:
“Zaman rahvan atı gök çatının” (s., 14.)
Bu belirlemeden sonra düşünmeye, sorgulamaya başlar ve aniden soruverir:
“Nedir ki ağaçlar kuşlar yıldızlar
Gövdemin ölümlü kabuğu” (s., 14.)
“Hiçlik” değişir “yokluk” olarak karşımıza çıkar:
“Yokluğa büyüyor durmadan ayaklarım
Uzun mu uzun varoluş sıkıntısı” (s., 16.)
Hele bir de şu yapıp ettiklerine bakın varoluşun:
“Başka türlü çiçek açıyor deniz
Bulmuş kendince bir yol
Taşı yontuyor koynunda
Gökyüzünü billura çeviriyor
Orman oluyor soluğu” (s., 18.)
Sonra yeniden hiçlik, varoluşun önündeki varlığın hiçliği:
“Elimi uzatsam varlığımın hiçliği” (s., 18.)
Varlık ile varoluşun hesaplaşmasında belki de kitabın en vurucu dizelerindendir “Göçüm ol ey ölüm” (s., 19.) dizesi. Varoluştan edinilen varlığın insanın içini acıtan bir burgu ile sonsuzluğa ya da hiçliğe ya da yokluğa bükülmesi sanırım bu dizeden daha iyi anlatılamazdı. Zaten “Muştular olsun göç yakın” (s., 19.) diye de kaydını koymuştur şair. Tam da burada, berrak olduğu kadar insanı kavuran bir atılışla ölüme seslenir: “Oldum ben ey ölüm”. (s., 19.) “Oldum” ve “ölüm” sözcüklerinin bir aradalığı ise adeta bir efekt gibi -öldüm ben ey ölüm diye de okunabilir bu dize- güçlendirir şairin seslenişi. Ardından varoluşun varlığına kattığı “deniz ağaçları”nı ve “dünya toprağına kök oluşu”nu sıralar:
“Oldum ben ey ölüm
Kanıma karıştı deniz ağaçları
Kök oldum dünya toprağına
Beni konuştu parçalanmış ağız
Arı, karınca, kaplumbağa” (s., 19.)
İlk bölümün son şiiri, Değişimin Boyutu adlı şiir varlığın varoluş önündeki seslenişlerinin bir özeti gibidir ve bize şiirin isminden de anlaşılacağı üzere değişimin boyutlarını verir.
İkinci bölüm,
“Annem açılan üstümü örtüyor
Karlı gecelerde
Oysa denizin çarşafları üstümüzde”
dizeleriyle başlıyor ve bizi iyice varoluşa, o ‘her şeyi yadsıyan içkin kuvvete’ açıyor. Bu dizelerdeki vurgunun her koşulda üzerimize titreyen annelerimiz üzerinden ‘anne ötesi bir anne’ de denilebilecek varoluşa yapıldığına özellikle dikkat çekmek istiyorum. Bir ‘üst anne’ midir bu? Kesinlikle. Aynı zamanda da Ahmet Ada’nın varlıkla varoluş arasındaki sınırdan artık geçmeye hazır olduğunun da bir işaretidir:
“Bir ırmağın kayboluşuyum denizde
Evimi unuttum var mıydı evim?” (DERİNDE II/ s., 24.)
Kimi yazılarımda “şiirin, varoluşun eşiğinde konuşmak” olduğunu söylemiştim. İşte, bu bölümde yer alan Derinde I, II, III, IV adlı şiirlerde, Ahmet Ada, varoluşun eşiğinden seslenir bize. “Şiir” ya da “eşik cinleri” işe ne kadar karışmıştır bilemem, ama dize dize derinlerden gelen bir sesi işitiriz:
“Dün müydü yüzyıl öncesi mi
Buradaydım yeryüzü yokluğunda” (DERİNDE III/ s., 25.)
“Az daha unutuyordum
Yağmurun yağdığını denize” (DERİNDE IV, s., 26.)
Tam da burada ‘canlılığın ilkesi” de diyebileceğimiz entropiden söz etmeden geçemeyeceğim: Hiç bir canlı entropiden kaçamaz. Yalnızca canlılar mı? Canlılarla birlikte cansız dediğimiz -Tabii burada canlılığın tarifini yeniden yapmak gerekir. Hareket eden her şey canlıdır diyelim kabaca- şeyler de entropinin mağlubudur.
Peki, nedir entropi? Her şeyi yadsıyan bir kuvvet diyebiliriz genel olarak. Hatta, son noktada, her şeyi yadsıyanı yadsıyan bir kuvvet de denilebilir. Bu doğrultuda insan, aldığı ilk nefesten itibaren çoktan 'gelip geçmiş', çizgisel olmayan bir sürecin an ve an şimdiye izdüşümüdür. Diğer bir deyişle ilk aldığımız nefesle ölmeye başlarız. İçimize çektiğimiz her nefes başlangıçta nerdeyse mutlak da diyebileceğimiz denge halimizi bozup düzensizleştirerek bizi yavaş yavaş, hızlı hızlı dengeden uzaklaştırır. Her uzaklaşma aslında yeni bir denge arayışıdır. Yani ilk aldığımız nefesle -oksijen soluyan azot taneciği- entropimiz artmaya başlamıştır. Denge halinde bir bütünken -bütün gerçek olmayandır-, yaşa Adorno, artan entropi ile dengeden uzaklaşmaya başlar her şey. Kırılgan ya da bozulgan mutlak! Evet, çok yaşa Zizek. Ve elbette, Ahmet Ada, siz de:
“Burada dağılmakta nesneler, anıların tozu
Kolay değil dile getirmek eşiği” (s., 28.)
Üçüncü bölüm,
“Alnı akıtmalı at” dizesiyle geçmişe dair havai bir ‘imge fişeği” gibi patlar göğümüzde:
“Zarif abdal
Takılıverdi peşimize bozkırdan
Kurtardığımız alnı akıtmalı at” (s., 34.)
Kurtarılan ya da kurtarılmak istenen varlığa dair bir işarettir “alnı akıtmalı at”. Varoluşun önünde bir itiraz, var olma isteği, arzusu. İnsanların en korktukları şey, Deleuze’e göre, seldir. Bir şeyin, bir gücün gelip bizi sürükleyip götürmesi... Şimdi, entropi de zaten bu selin ta kendisidir. Sürekli aşındırır kayaları. Öyle ya da böyle; hastalanarak, bir kazada, durduk yere ölürüz. Bu kuvvete karşı var olmaya çalışmak, varoluşa karşı çıkmak gibi görünse de, aslında öyledir de, ama aynı zamanda da bütün karşı çıkışlara karşı bir karşı çıkış tarafından -entropi- yine de alaşağı edilir. Burada varlık (being) ile varoluş (becoming) arasındaki çekişmeyi görebiliriz. Ancak an ve an düzensizliği artan düzeni korumaya çalışmak da karşı entropi olarak düzensizliği engellemez. Her durumda o galiptir, yani masa. İşte, Ahmet Ada’nın, zamanı neden taşa bağladığı daha da netleşiyor, ancak zamanı bağladığı taş(lar) da değişmektedir:
“Dağ yolunda değişmeler içindeyken taşlar” (s., 35.)
Farkındadır yani, zamanı tutmak, yakalamak mümkün değildir. Buradaki atılışı Nietzsche’nin “Eğer duyularımız yeterince iyi olsaydı; uyuklayan kayalığı, dans eden kaos olarak algılayacaktık.” deyişindeki kadar güçlüdür.
Sonra da, derya içinde olup da deryadan bihaber olmak bağlamında bize varoluşumuzu hatırlatır:
“Sonunda denize baktık, öylesine incelikle
Kimsenin farkında olmadığı denize” (s., 36.)
Farkındalığın sıçraması değildir de nedir bu?
Elimizdeki yegâne fırsatın söylenmesine gelmiştir sıra:
“Kürekler elimizdeyken açılalım denize” (s., 36.)
Bu çağrı, yabana atılacak bir çağrı değildir. Tutunmaya çalıştığımız varlıklar her ne kadar bize güvenlikli birer ortam, yuva, ev sağlıyor olsa da belki de asıl risk burada kalmaktaki ısrarımız olabilir. Bireysel karar alıcılar olarak her şey elimizde olmasa bile aldığımız ve uyguladığımız kararlar anlamsızlığa mahkûm değildir. Her alanda gördüğümüz çalkantı ve kararsızlıklar, olduğumuz yerde kalmanın pek de doğru olmadığını söylüyor bize. Kaldı ki “… varlık ve oluş birbirlerine karşı olan şeyler değildir. İkisi, beraberce gerçekliğin birbiriyle ilişkili iki yanını ifade eder”.
Öyle görünüyor ki sıkı sıkıya tutunmaya çalıştığımız varlıklarımız, ‘bozulmaz’, ‘dağılmaz’ diye düşündüğümüz ne varsa, her şey kaotik bir varoluş bulamacında gelip geçici “köşeli yuvarlak”lardan başka bir şey değil:
“Ben miyim diyecekler köşeli yuvarlak” (s., 37.)
Bu dize İLK ZAMAN adlı şiirdedir. Ardından, Ahmet Ada, ‘On Zamanlık’ bir diziyle kitabın son şiiri olan PARÇALANMIŞ ZAMAN’a varır. Bu dizi boyunca kırılgan ve bozulgan bütünün düzensizleşmesini, giderek dengeden uzaklaşmasını ve parçalanıp bozuluşunu izleriz. Bu yüzden, daha İKİNCİ ZAMAN’da bizi uyarır:
“Varoluşun anlamını kavramadan
Geçip gider parlak günler. Kendini hazırla
Çiçeğini açan, yaprağını döken göğe” (s., 39.)
Ve,
“Bitmeyen bir bahçe var mı?” (s., 40.),
diye sorar. Ardından şöyle diyecektir:
“… Gidiyorum
Hüzünden anıtlar bırakarak
Yeryüzü buğu sanki
Otlar hissettirmekte bana yaşadığımı
Boş balıkçı kovaları. Çözülmüş
Harfler kâğıtta dağılmakta. Ve ışımakta
Kıyıda bir balıkçı, oltasını sarkıtan
Dünyaya” (s., 40.)
Bir yandan da, ÜÇÜNCÜ ZAMAN’da, itiraz etmeyi sürdürür:
“Ruhun demirlediği bir liman yok mu?
Hep bunu düşünüyoruz yüksek sesle,
Gün batıyor aynanın içinde kalıyoruz.” (s., 41.)
DÖRDÜNCÜ ZAMAN’da, halleşmeye girişir varoluşla:
“… Biliyoruz denizin gücü
Kadar gücümüz. Biliyoruz tarlalarda
Fabrikalarda kalacak solan
Gölgelerimiz.” (s., 43.)
BEŞİNCİ ZAMAN’da Feridüddin Attar olur, Pir Sultan Abdal:
“Düşer asfalt yola gölgeniz
Attar’sınızdır sarp yollarda
Abdalsınızdır diş fırçası cebinizde” (s., 45.)
ALTINCI ZAMAN’da,
“Pars gelir hep peşimden” (s., 48) diye ünler. Hiçlikle, yoklukla halleşmeyi sürdürür:
“Pars izimi sürer. Bir yolu tamamlarım
durmadan” (s., 48.)
YEDİNCİ ZAMAN’da, daha önce geçmişe dair bir işaret olarak aldığımız “alnı akıtmalı at” gibi geyikler çıkar bu kez karşımıza:
“Neyse ki geyikler var her köşe başında
Kulak veriyorum sessizliklerine
Kimseler görmüyor
Ölümcül Pars’tan başka” (s., 49.)
SEKİZİNCİ ZAMAN ise artık ‘enginlerin gözlendiği” bir zamandır:
“Bir adımız var mıydı unuttuk
Denizin bir parçası oldu gözlerimiz
Gözlemekten enginleri. O verecek bize
Eşimizi, oğlumuzu, ekmeğimizi, tuzumuzu” (s., 51.)
Enginleri gözlemek, doğal olarak bekleme anıdır aynı zamanda da:
“Biz burada deniz kıyısında bekliyoruz
Bilmeden neyi beklediğimizi” (s., 52.)
DOKUZUNCU ZAMAN’da, varlığın kırılgan ve bozulgan oluşu iyice belirginleşir:
“Dünya benden uzaklaşıyor,
Bulmalıyım artık bir gölgelik,
Ve abdal bir tin bedenime.” (s., 53.)
Ancak “abdal tin bedene uymamış”tır:
“Bedenime uymamış abdal tin
Alnımda yabanıl bir tabanca,
İntihar bile edememişim.” (s., 54.)
Gelir çatar ONUNCU ZAMAN:
“Ey doğu, ey beni çağıran” (s., 55.),
diye varoluşuna seslenir:
“Yüküm yonga, yo hayır pörsüyen dünya” (s., 55.)
Bu gelgitlerden sonra PARÇALANMIŞ ZAMAN’ın içinden duru, ama hüzünlü bir sesle seslenir:
“- Asfaltın yarığından fışkıran çiçek mi?
- Hayır, başlangıcı ve sonu varlığın,
Rüzgârda salınışı uzun ince bir vedanın.
Hangi deniz hangi dağ
Koruyabilir çiçek tozlarını”
varoluş. Varlıklarımız da aynı şekilde. Bu doğrultuda bir ‘Ahmet Ada oluş’ var ve bu oluş zamana bir şiir kaydetmektedir -şair bir kaydedicidir.
Ah, evet, nihayet şiir. Has, hakiki, hüzünlü, bilge, termodinamik bir şiir bu. Varoluşun içindeki varlığın çığlıkları da var varlığın içindeki varoluşun gülümsemeleri de.
[1] Taşa Bağlarım Zamanı, Ahmet Ada, Metis Yayınları, İstanbul, 2009.
[2] Dorothy Bruce, Kuzey Sutherland Yolu’ndan Detay
[3] Altın D al, James G. Frazer, Payel Yayınları, İstanbul, 1991.
(denizsuyukâsesi/ ocak-şubat 2010/ sayı 41)
TAŞA BAĞLARIM ZAMANI[1]
Uluer Aydoğdu
Taşa Bağlarım Zamanı, her şeyden önce, Ahmet Ada’nın olağanüstü imgelemini daldırdığı hayattan -içinde aşklar yaşadığı, yolculuklar yaptığı, gökyüzüne baktığı- çıkarıp önümüze koyduğu bir uzay-zaman düzenlemesi. Tam da şiirin göz hizasında. Ne güzel, şiir hâlâ bizimle, daha bizi terk etmemiş. Öyle ki, Ahmet Ada, şiir hızında, kıvrak olduğu kadar varlığı/ varoluşu da sorgulayan imge ve söyleyişlerle hareket ederek doğum, ölüm, hüzün, zaman, büyü bazlı muazzam bir enerjiye ulaşmış bu kitapta. Daha ilk baştan, kitabın adıyla okuyucuya “duygusal bir büyü” vaat ediyor. Kapak resminin[2] kitap adıyla oluşturduğu zıtlık ise zamanın asıl karakterini söylemek için düzenlenmiş gibidir: Geleceğe doğru akış. Bu akış içinde kitapta yer alan şiirler ise “zamanın” şimdi-burada “uzaylaşması”ndan başka bir şey değil. Valery’nin “zaman inşadır” sözünden hareketle kitapta yer alan şiirler için inşa olduğu kadar akışkanlığı da içeren bir süreç şiiri de diyebiliriz. Varlık (being) ile varoluş (becoming) arasındaki ezeli ve ebedi çatışma ise ana motif olarak bütün şiirlerde yer alır.
Kitap “Yeter bana mezar taşı olmak/ Anadolu’da” dizeleriyle açılır. İçten içe bir serzeniş de diyebiliriz bu dizelere. Şairin, taşa bağlayarak tutmak istediği zaman acımasızdır.
Duygusal Büyü
James G. Frazer’ın, Altın Dal[3] adlı muhteşem kitabında kimi eski toplumların doğayı “… kendi istekleri önünde eğmeye” çalıştıklarını görürüz. Yağmur yağdırmak için “gök gürültüsünü taklit etmekten” tutun da “ağızdan su fışkırtmaya” ya da güneş tutulması sırasında “birilerinin güneşi söndürdüğüne” inanan bazı toplulukların “havaya ucu ateşli oklar atmalarına” ya da “güneşin batmasını önlemek için birkaç kamışın tepesini bir araya getirip bağlayan” kabilelilere ya da “rüzgârsızlıktan limandan çıkamayan balıkçıların güneşin hareketi yönünde şapelin çevresinde yürümelerine” kadar sayısız örnek verir Frazer. Bir çeşit “duygusal büyü”dür bu. Bu doğrultuda, kitabın adının beni o eski toplumlara/zamanlara gönderdiğini söylemeden edemeyeceğim.
İlk bölüm (Ahmet Ada, sistematik olarak I. Bölüm, II. Bölüm şeklinde ayırmamış şiirleri, ama her biri bir ya da birkaç dizeyle başlayan üç bölüm şeklinde düzenlemiş) yukarıda da söz ettiğim “Yeter bana mezar taşı olmak/ Anadolu’da” adlı dizeleriyle başlıyor. Kimi zaman varlıktan kimi zaman ise varoluştan yana döner Ahmet Ada. Bu doğrultuda sürekli kayıt koyar:
“Belki hiçlik bu denizden çektiğim
Belki de hiçlik salyangozun kabuğundan çıkması
Ama hepsi varlığıma dokunuyor
Önce o büyük sonsuzluk duygusu” (s., 11.)
Herkes, her şey ‘var olamayacağı yere kadar vardır’, sonrası “hiçlik”tir ve bu durum, şairin varlığına dokunur. Ahmet Ada’nın bütün işaretlemeleri zamana gönderme yapar, zamanın akışına, varlığın bu akış önündeki aldığı hallere… Bu yüzden öncelikle zamanın tarifi gerekmiştir:
“Zaman rahvan atı gök çatının” (s., 14.)
Bu belirlemeden sonra düşünmeye, sorgulamaya başlar ve aniden soruverir:
“Nedir ki ağaçlar kuşlar yıldızlar
Gövdemin ölümlü kabuğu” (s., 14.)
“Hiçlik” değişir “yokluk” olarak karşımıza çıkar:
“Yokluğa büyüyor durmadan ayaklarım
Uzun mu uzun varoluş sıkıntısı” (s., 16.)
Hele bir de şu yapıp ettiklerine bakın varoluşun:
“Başka türlü çiçek açıyor deniz
Bulmuş kendince bir yol
Taşı yontuyor koynunda
Gökyüzünü billura çeviriyor
Orman oluyor soluğu” (s., 18.)
Sonra yeniden hiçlik, varoluşun önündeki varlığın hiçliği:
“Elimi uzatsam varlığımın hiçliği” (s., 18.)
Varlık ile varoluşun hesaplaşmasında belki de kitabın en vurucu dizelerindendir “Göçüm ol ey ölüm” (s., 19.) dizesi. Varoluştan edinilen varlığın insanın içini acıtan bir burgu ile sonsuzluğa ya da hiçliğe ya da yokluğa bükülmesi sanırım bu dizeden daha iyi anlatılamazdı. Zaten “Muştular olsun göç yakın” (s., 19.) diye de kaydını koymuştur şair. Tam da burada, berrak olduğu kadar insanı kavuran bir atılışla ölüme seslenir: “Oldum ben ey ölüm”. (s., 19.) “Oldum” ve “ölüm” sözcüklerinin bir aradalığı ise adeta bir efekt gibi -öldüm ben ey ölüm diye de okunabilir bu dize- güçlendirir şairin seslenişi. Ardından varoluşun varlığına kattığı “deniz ağaçları”nı ve “dünya toprağına kök oluşu”nu sıralar:
“Oldum ben ey ölüm
Kanıma karıştı deniz ağaçları
Kök oldum dünya toprağına
Beni konuştu parçalanmış ağız
Arı, karınca, kaplumbağa” (s., 19.)
İlk bölümün son şiiri, Değişimin Boyutu adlı şiir varlığın varoluş önündeki seslenişlerinin bir özeti gibidir ve bize şiirin isminden de anlaşılacağı üzere değişimin boyutlarını verir.
İkinci bölüm,
“Annem açılan üstümü örtüyor
Karlı gecelerde
Oysa denizin çarşafları üstümüzde”
dizeleriyle başlıyor ve bizi iyice varoluşa, o ‘her şeyi yadsıyan içkin kuvvete’ açıyor. Bu dizelerdeki vurgunun her koşulda üzerimize titreyen annelerimiz üzerinden ‘anne ötesi bir anne’ de denilebilecek varoluşa yapıldığına özellikle dikkat çekmek istiyorum. Bir ‘üst anne’ midir bu? Kesinlikle. Aynı zamanda da Ahmet Ada’nın varlıkla varoluş arasındaki sınırdan artık geçmeye hazır olduğunun da bir işaretidir:
“Bir ırmağın kayboluşuyum denizde
Evimi unuttum var mıydı evim?” (DERİNDE II/ s., 24.)
Kimi yazılarımda “şiirin, varoluşun eşiğinde konuşmak” olduğunu söylemiştim. İşte, bu bölümde yer alan Derinde I, II, III, IV adlı şiirlerde, Ahmet Ada, varoluşun eşiğinden seslenir bize. “Şiir” ya da “eşik cinleri” işe ne kadar karışmıştır bilemem, ama dize dize derinlerden gelen bir sesi işitiriz:
“Dün müydü yüzyıl öncesi mi
Buradaydım yeryüzü yokluğunda” (DERİNDE III/ s., 25.)
“Az daha unutuyordum
Yağmurun yağdığını denize” (DERİNDE IV, s., 26.)
Tam da burada ‘canlılığın ilkesi” de diyebileceğimiz entropiden söz etmeden geçemeyeceğim: Hiç bir canlı entropiden kaçamaz. Yalnızca canlılar mı? Canlılarla birlikte cansız dediğimiz -Tabii burada canlılığın tarifini yeniden yapmak gerekir. Hareket eden her şey canlıdır diyelim kabaca- şeyler de entropinin mağlubudur.
Peki, nedir entropi? Her şeyi yadsıyan bir kuvvet diyebiliriz genel olarak. Hatta, son noktada, her şeyi yadsıyanı yadsıyan bir kuvvet de denilebilir. Bu doğrultuda insan, aldığı ilk nefesten itibaren çoktan 'gelip geçmiş', çizgisel olmayan bir sürecin an ve an şimdiye izdüşümüdür. Diğer bir deyişle ilk aldığımız nefesle ölmeye başlarız. İçimize çektiğimiz her nefes başlangıçta nerdeyse mutlak da diyebileceğimiz denge halimizi bozup düzensizleştirerek bizi yavaş yavaş, hızlı hızlı dengeden uzaklaştırır. Her uzaklaşma aslında yeni bir denge arayışıdır. Yani ilk aldığımız nefesle -oksijen soluyan azot taneciği- entropimiz artmaya başlamıştır. Denge halinde bir bütünken -bütün gerçek olmayandır-, yaşa Adorno, artan entropi ile dengeden uzaklaşmaya başlar her şey. Kırılgan ya da bozulgan mutlak! Evet, çok yaşa Zizek. Ve elbette, Ahmet Ada, siz de:
“Burada dağılmakta nesneler, anıların tozu
Kolay değil dile getirmek eşiği” (s., 28.)
Üçüncü bölüm,
“Alnı akıtmalı at” dizesiyle geçmişe dair havai bir ‘imge fişeği” gibi patlar göğümüzde:
“Zarif abdal
Takılıverdi peşimize bozkırdan
Kurtardığımız alnı akıtmalı at” (s., 34.)
Kurtarılan ya da kurtarılmak istenen varlığa dair bir işarettir “alnı akıtmalı at”. Varoluşun önünde bir itiraz, var olma isteği, arzusu. İnsanların en korktukları şey, Deleuze’e göre, seldir. Bir şeyin, bir gücün gelip bizi sürükleyip götürmesi... Şimdi, entropi de zaten bu selin ta kendisidir. Sürekli aşındırır kayaları. Öyle ya da böyle; hastalanarak, bir kazada, durduk yere ölürüz. Bu kuvvete karşı var olmaya çalışmak, varoluşa karşı çıkmak gibi görünse de, aslında öyledir de, ama aynı zamanda da bütün karşı çıkışlara karşı bir karşı çıkış tarafından -entropi- yine de alaşağı edilir. Burada varlık (being) ile varoluş (becoming) arasındaki çekişmeyi görebiliriz. Ancak an ve an düzensizliği artan düzeni korumaya çalışmak da karşı entropi olarak düzensizliği engellemez. Her durumda o galiptir, yani masa. İşte, Ahmet Ada’nın, zamanı neden taşa bağladığı daha da netleşiyor, ancak zamanı bağladığı taş(lar) da değişmektedir:
“Dağ yolunda değişmeler içindeyken taşlar” (s., 35.)
Farkındadır yani, zamanı tutmak, yakalamak mümkün değildir. Buradaki atılışı Nietzsche’nin “Eğer duyularımız yeterince iyi olsaydı; uyuklayan kayalığı, dans eden kaos olarak algılayacaktık.” deyişindeki kadar güçlüdür.
Sonra da, derya içinde olup da deryadan bihaber olmak bağlamında bize varoluşumuzu hatırlatır:
“Sonunda denize baktık, öylesine incelikle
Kimsenin farkında olmadığı denize” (s., 36.)
Farkındalığın sıçraması değildir de nedir bu?
Elimizdeki yegâne fırsatın söylenmesine gelmiştir sıra:
“Kürekler elimizdeyken açılalım denize” (s., 36.)
Bu çağrı, yabana atılacak bir çağrı değildir. Tutunmaya çalıştığımız varlıklar her ne kadar bize güvenlikli birer ortam, yuva, ev sağlıyor olsa da belki de asıl risk burada kalmaktaki ısrarımız olabilir. Bireysel karar alıcılar olarak her şey elimizde olmasa bile aldığımız ve uyguladığımız kararlar anlamsızlığa mahkûm değildir. Her alanda gördüğümüz çalkantı ve kararsızlıklar, olduğumuz yerde kalmanın pek de doğru olmadığını söylüyor bize. Kaldı ki “… varlık ve oluş birbirlerine karşı olan şeyler değildir. İkisi, beraberce gerçekliğin birbiriyle ilişkili iki yanını ifade eder”.
Öyle görünüyor ki sıkı sıkıya tutunmaya çalıştığımız varlıklarımız, ‘bozulmaz’, ‘dağılmaz’ diye düşündüğümüz ne varsa, her şey kaotik bir varoluş bulamacında gelip geçici “köşeli yuvarlak”lardan başka bir şey değil:
“Ben miyim diyecekler köşeli yuvarlak” (s., 37.)
Bu dize İLK ZAMAN adlı şiirdedir. Ardından, Ahmet Ada, ‘On Zamanlık’ bir diziyle kitabın son şiiri olan PARÇALANMIŞ ZAMAN’a varır. Bu dizi boyunca kırılgan ve bozulgan bütünün düzensizleşmesini, giderek dengeden uzaklaşmasını ve parçalanıp bozuluşunu izleriz. Bu yüzden, daha İKİNCİ ZAMAN’da bizi uyarır:
“Varoluşun anlamını kavramadan
Geçip gider parlak günler. Kendini hazırla
Çiçeğini açan, yaprağını döken göğe” (s., 39.)
Ve,
“Bitmeyen bir bahçe var mı?” (s., 40.),
diye sorar. Ardından şöyle diyecektir:
“… Gidiyorum
Hüzünden anıtlar bırakarak
Yeryüzü buğu sanki
Otlar hissettirmekte bana yaşadığımı
Boş balıkçı kovaları. Çözülmüş
Harfler kâğıtta dağılmakta. Ve ışımakta
Kıyıda bir balıkçı, oltasını sarkıtan
Dünyaya” (s., 40.)
Bir yandan da, ÜÇÜNCÜ ZAMAN’da, itiraz etmeyi sürdürür:
“Ruhun demirlediği bir liman yok mu?
Hep bunu düşünüyoruz yüksek sesle,
Gün batıyor aynanın içinde kalıyoruz.” (s., 41.)
DÖRDÜNCÜ ZAMAN’da, halleşmeye girişir varoluşla:
“… Biliyoruz denizin gücü
Kadar gücümüz. Biliyoruz tarlalarda
Fabrikalarda kalacak solan
Gölgelerimiz.” (s., 43.)
BEŞİNCİ ZAMAN’da Feridüddin Attar olur, Pir Sultan Abdal:
“Düşer asfalt yola gölgeniz
Attar’sınızdır sarp yollarda
Abdalsınızdır diş fırçası cebinizde” (s., 45.)
ALTINCI ZAMAN’da,
“Pars gelir hep peşimden” (s., 48) diye ünler. Hiçlikle, yoklukla halleşmeyi sürdürür:
“Pars izimi sürer. Bir yolu tamamlarım
durmadan” (s., 48.)
YEDİNCİ ZAMAN’da, daha önce geçmişe dair bir işaret olarak aldığımız “alnı akıtmalı at” gibi geyikler çıkar bu kez karşımıza:
“Neyse ki geyikler var her köşe başında
Kulak veriyorum sessizliklerine
Kimseler görmüyor
Ölümcül Pars’tan başka” (s., 49.)
SEKİZİNCİ ZAMAN ise artık ‘enginlerin gözlendiği” bir zamandır:
“Bir adımız var mıydı unuttuk
Denizin bir parçası oldu gözlerimiz
Gözlemekten enginleri. O verecek bize
Eşimizi, oğlumuzu, ekmeğimizi, tuzumuzu” (s., 51.)
Enginleri gözlemek, doğal olarak bekleme anıdır aynı zamanda da:
“Biz burada deniz kıyısında bekliyoruz
Bilmeden neyi beklediğimizi” (s., 52.)
DOKUZUNCU ZAMAN’da, varlığın kırılgan ve bozulgan oluşu iyice belirginleşir:
“Dünya benden uzaklaşıyor,
Bulmalıyım artık bir gölgelik,
Ve abdal bir tin bedenime.” (s., 53.)
Ancak “abdal tin bedene uymamış”tır:
“Bedenime uymamış abdal tin
Alnımda yabanıl bir tabanca,
İntihar bile edememişim.” (s., 54.)
Gelir çatar ONUNCU ZAMAN:
“Ey doğu, ey beni çağıran” (s., 55.),
diye varoluşuna seslenir:
“Yüküm yonga, yo hayır pörsüyen dünya” (s., 55.)
Bu gelgitlerden sonra PARÇALANMIŞ ZAMAN’ın içinden duru, ama hüzünlü bir sesle seslenir:
“- Asfaltın yarığından fışkıran çiçek mi?
- Hayır, başlangıcı ve sonu varlığın,
Rüzgârda salınışı uzun ince bir vedanın.
Hangi deniz hangi dağ
Koruyabilir çiçek tozlarını”
varoluş. Varlıklarımız da aynı şekilde. Bu doğrultuda bir ‘Ahmet Ada oluş’ var ve bu oluş zamana bir şiir kaydetmektedir -şair bir kaydedicidir.
Ah, evet, nihayet şiir. Has, hakiki, hüzünlü, bilge, termodinamik bir şiir bu. Varoluşun içindeki varlığın çığlıkları da var varlığın içindeki varoluşun gülümsemeleri de.
[1] Taşa Bağlarım Zamanı, Ahmet Ada, Metis Yayınları, İstanbul, 2009.
[2] Dorothy Bruce, Kuzey Sutherland Yolu’ndan Detay
[3] Altın D al, James G. Frazer, Payel Yayınları, İstanbul, 1991.
(denizsuyukâsesi/ ocak-şubat 2010/ sayı 41)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder